Roma’da Pantheon, İstanbul’da Ayasofya… Kubbe inşaatının mimari anlamda çığır açan ve örnek model oluşturan muhteşem yapıları. Pantheon tapınaktan kiliseye, Ayasofya ise kiliseden camiye çevrildi. İşte size Roma’dan İstanbul’a bir kubbe öyküsü.
Roma mimarisindeki kubbeye ilham kaynağı olan Pantheon, bir Pagan tapınağı olarak inşa edildi. Kubbe yapısında ondan ilham alan Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet zamanında camiye çevrilmesi gibi, Pantheon da 609 yılında kiliseye çevrildi. İkisi de kubbe inşaatlarında kullanılan malzemelerle mimaride çığır açtı. Nat Geo’nun Antik Mega Yapılar serisinin başkahramanları olan bu iki dünya mirasının izlerinin peşine düştük. Şimdi Roma’dan İstanbul’a büyük medeniyetlerin izinde bir kubbe yolculuğuna çıkma vakti.
MÜHENDİSLİK HARİKALARI
M.Ö. 27 ila M.S.14. yüzyılları arasında Roma’da bir Pagan tapınağı olarak inşa edilen Pantheon, özellikle kubbe mimarisinde Ayasofya’nın atası sayılabilir. O da Ayasofya’nın hikayesine benzer şekilde yangınlar ve isyanlarla tahrip olmuş, M.S. 126 yılında İmparator Hadrian tarafından bugünkü şekline yakın olarak yeniden inşa edilmiş.
3 BİN TON AĞIRLIK
Elbette Pantheon’un mimarları için bu görkemli yapıyı inşa etmek kolay olmadı; en ufak bir hesaplama hatası, kubbenin çökmesine neden olabilirdi. Hadrianus’un mühendisleri kubbenin betonuna başlamadan önce, ağırlığı kubbenin merkezinden uzaklaştıracak ve kubbenin dışarı doğru dağılmasını engelleyecek bir yol bulmalıydılar. Aksi takdirde ahşap çerçeveleri çıkardıklarında 3 bin ton ağırlığındaki kubbe kendi ağırlığı yüzünden çökecekti.
Romalı mühendisler tavanın ve İmparator’un saygınlığının çökmesini engellemek için, dahiyane çözümler üretti. Kubbenin kaidesini ve dayanak noktasını oluşturarak içe doğru açı yapacak ve böylece kubbenin dışa doğru yaptığı baskıyı dengeleyecek 6 metre kalınlığındaki duvarlar, radikal fikirlerin öncüleriydi. Bir diğer değişiklik ise kubbenin üst kısımlarında betondan daha hafif malzemeler kullanılması ve ayrıca tepe noktasına doğru incelmesi. Romalılar’ın kullandığı betonun tek parça halinde durabilmesi için, harcın içinde aralıklı taşlar kullanılırdı. Pantheon’un inşasında ise betonun ağırlığını azaltmak için boş amfora ve testiler kullandılar.

15 YÜZYILLIK AYASOFYA
Bu kubbe yapısının Ayasofya’yı etkilemesi kaçınılmazdı. Doğunun yükselen değeri Ayasofya da, Pantheon gibi birçok ilki yaşadı ve başından birçok olay geçti. Ayasofya, dünyanın en büyük mabetlerinden biri olma özelliğiyle İstanbul’un en önemli sembollerinden. Mimarisiyle, hemen yanındaki Sultan Ahmet Camii de dâhil olmak üzere pek çok caminin tasarımına ilham verdi. Bugün Ayasofya, yüz binlerce turisti İstanbul’a çeken, kente ruh katan, İstanbul’un binlerce yıllık geçmişiyle bugünü arasında bağ kuran ve 15 yüzyıldır ayakta kalan bir anıt. Ayasofya, İstanbul’un tarihe açılan penceresi olmasının yanı sıra dünyanın en kadim ve eski medeniyetleriyle İstanbul’u buluşturmaktadır. Çünkü onun bedeninin bir yerlerinde, hukuk, mimari ve yönetim sistemi olarak Avrupa’yı şekillendirmiş Roma medeniyetinin de izleri bulunur.

Ayasofya da, bugünkü haline gelmeden önce iki kardeşini kaybetti. Kendinden önceki iki Ayasofya Kilisesi’nden farklı olarak, üçüncü ve son Ayasofya Kilisesi göğüs gerdiği tüm depremlere ve yangınlara rağmen 15 yüzyıldır ayakta kalmayı başarıyor. Hâlbuki beş yıl gibi oldukça kısa bir sürede, mimarlıkla alakası olmayan iki adam tarafından ihtişamlı olduğu kadar güzel bir kilise olması için de tasarlandı ve 10 bin işçinin çalışması ile inşa edildi. Dini sembollerin bütünlüklü bir şekilde iç içe olması, bu kadim yapının hoşgörü duvarlarından örüldüğünü hissettirse de, Ayasofya aslında bir isyanın neden olduğu iktidar temelleri üzerinde yükseliyor.
İSİDOROS VE ANTHEMİUS
Ayasofya’nın tasarımı, bugünün mimarlarını şaşırtacak şekilde, mimar olmayan iki mekanik bilimciye ait. İsidoros ve Anthemius, 31 metrelik bir boşluğun köşelerine yerleştirilecek dört büyük payanda fikri ile Ayasofya’nın zeminini basitçe planlamışlardı. Payandaların arasına yerleştirilecek bolca geçiş, bugün bile orada duruyor olmasına hayret edilen, 55.6 metre yüksekliğe ve 31 metreden fazla uzunluğa sahip o muazzam kubbeyi taşıyacaktı. Dâhice çözümler gerektirecek sorunlarla karşılaşacakları türden, basit fakat hırslı bu fikir sayesinde Ayasofya, türünün ilk ve tek örneği sayılmasını sağlayacak bir çehreye de kavuşacaktı.
MİMAR SİNAN’IN SIRRI ÇÖZÜLEMEDİ
İstanbul’un 1453 yılındaki fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, katedralin derhal temizlenerek camiye dönüştürülmesini emrettikten sonra zamanla yerleştirilen dört minare, minber, hünkâr mahfili, vaaz kürsüsü, medrese, imarethane, şadırvan gibi İslami unsurlar da eklendiğinde, dinler arası hoşgörüyü hissettiren bugünkü görüntüsünün parçaları da yerleşti. Ayasofya, depremlere ve benzeri afetlere karşı, 1566-1577 yılları arasında Mimar Sinan tarafından eklenen payandalarla sağlamlaştırıldı. Yapı o zamandan itibaren hiç yıkılma tehlikesi geçirmedi ve Mimar Sinan’ın bunu nasıl başardığı, onun meslek sırrı olarak kaldı.

Cumhuriyetin ilanından sonra, 15 yüzyıl boyunca bir ibadet merkezi olan yapı, hem kilise hem de cami oluşu nedeniyle yaşanabilecek karışıklıkların önüne geçilmesi için müze haline getirildi.
PANTHEON ADININ HİKAYESİ
Yunanca “tüm” anlamına gelen ‘Pan’ sözcüğü ile “Tanrılar” anlamına gelen ‘Theion’ sözcüğü birleştirilerek “Tüm Tanrıların buluştuğu yer” olduğu vurgulanarak bu yapıya ‘Pantheon’ adı verilmiş. Pantheon’un statik betonarme harikası olan kubbesi yerden 45 metre yüksekliğe ulaşırken, hiçbir sütun desteği olmadan ulaştığı muazzam genişliği çapı da 43.3 metre. Milattan öncesinin koşullarında 43,3 m çapında bir kubbe yapılması hala şaşkınlık uyandırıyor. Pantheon tarzı 19. ve 20. yüzyıllarda yapılan birçok kütüphane ve üniversite gibi yerlerde de hissedildi.

KORUMAK İÇİN KİLİSE OLDU
İnşasından bu yana Panteon baş döndürücü bir mühendislik gizemi olarak kaldı ama nasıl inşa edildiği sorusu, bulmacanın sadece bir kısmı. Asıl gizem, böyle tarihi bir mega yapıyı tasarlayan mimarın kimliği ile ilgili en ufak bir iz bulunmaması. Tüm tanrılara adanmış, böylesi bir yapıya ilk kez giren bir ilk çağ insanı olduğunuzu ve yapının üzerinizde bırakacağı tesiri düşünün. İsyanlar ve yağmalar, Roma’nın ortak kaderiydi ve sık sık tekrarlanan bu gibi durumlarda yapılar yerle bir ediliyordu. Pantheon yağmalardan ve yıkımlardan korunması için 609 yılında kiliseye çevrildi.
ELİPS KUBBE TASARIMI
Ayasofya katedralinin iç iskeletine inşa edilen 4 büyük ayak vardı. Ve bu ayaklar, kubbenin yarattığı baskıyı zemine ileterek ağırlığı büyük ölçüde azaltıyorlardı. Fakat İsidoros ve Anthemius, payandaların taşıma gücünü yanlış hesapladıkları için, yapı inşaatın başındayken çökme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Sorunlar yeni fikir ve araştırmaları da beraberinde getirdi. Asırlar boyunca kubbenin dışarı doğru eğip büktüğü payandalara eklenen desteklerle payanda sayısı da arttı. Bir süre sonra, bu dışa doğru eğilip bükülmelerin etkisiyle zemin, kare şeklini kaybetti. Bu da elips şeklinde bir kubbe tasarlama fikrine neden oldu.