ÇANAKKALE VE KURTULUŞ SAVAŞI GAZİSİ DEDESİNİN GÜNLÜĞÜNÜ OKUDUĞUNDAN BERİ KENDİSİNİ ÇANAKKALELİ SAYIYOR SAVAŞ KARAKAŞ. SAVAŞ GEMİLERİNİN MEZARLIĞINA DALARAK DERİNLERDEKİ TARİHİ GÜN YÜZÜNE ÇIKARIYOR VE EKLİYOR; “HER ŞEY ARDINDA BİR İZ BIRAKIR…”
Herkesin bir derdi vardır; onun derdi de suyun izinde gördüklerini dünyayla paylaşmak. Çanakkale gazisi dedesinin hatıratını okuduğu günden bu yana; milletlerin tarihini barındıran “Kale-i Sultani”nin tanımadığımız yüzüne nefes aldıran Savaş Karakaş, imzasını attığı işlerle kendinden sonra yapılacak projelere ışık tutmaya devam ediyor… Su’daki sır perdesini aralayan Karakaş “Derinlerdeki Tarih” arayışını Marmara Life ekibine anlattı.
Sizi belgesel çekmeye yönlendiren nedir, bu tutkunuz ne zaman başladı?
Çocukluk anılarımda yer etmiş olan dedem Hafız Hilmi Coşkun, Çanakkale Savaşları sırasında patlayan bir top mermisiyle kolundan, bacağından yaralanmış, elinden sakat kalmıştı. Bu savaş gazisinin yanmış eli küçük torunu için o zamanlar korkutucuydu. Fakat yıllar geçip özellikle dedemin hatıratını okuyup anlayacak yaşa geldiğimde, keşke o elden korkmak yerine kucağında daha çok oturup elini daha sıkı tutsaymışım dedim. Maalesef artık dedem yoktu ve benim de onun ardından yapabileceğim tek şey onun elini sakat bırakan İngiliz ve Fransız savaş makinalarını ve top mermilerini filme almak oldu. Çanakkale Savaşı batıkları üzerine belgeseller çekmeye işte böyle başladım. Bu tutku beni Çanakkale Boğazı derinliklerinde yatan Dumlupınar denizaltısına ve oradan da Marmara’ya taşıdı. 1915 yılında Marmara Denizi de bir savaş meydanıydı ve burada pek çok Çanakkale şehidi anılmayı bekliyordu. Onların hikâyelerini anlatmak üzere, Marmara’da çalışmalara başladık, dedemin elini bu kez de Marmara’nın derinliklerinde tuttum. Çocukluğumda Kaptan Cousteau da dâhil dalışla ilgili herkese, üreticilere ve dalış merkezlerine mailler atar, sorular sorar, onlara katılmanın yollarını arardım. Şimdi benzer mailler bana geliyor ve bu hevesli genç arkadaşları yüreklendirip biraz daha motive etmek istiyorum.
Dalış yapmak istediğiniz lokasyon için izinler bir türlü çıkmadığında, hava muhalefeti nedeniyle aylardır hazırlandığınız bir dalış suya düştüğünde hayal kırıklığıyla nasıl baş ediyorsunuz?
Her işin kendine has zorlukları vardır elbet, deniz dibinde yaşamak için yaratılmamış bir canlı olan insan için suyun altında araştırma yapmak, film çekmek ciddi riskler içerir. Sadece kendi kondisyonunuza değil, pek çok alet ve yardımcı elemana bağımlı bir halde bu işe girişebilirsiniz. Deniz ve hava şartları değişkendir ve Murphy kanunları hep iş başındadır. Eskiden akıntının yönünü değiştirmeye çalışırdım, fakat artık akıntıyla birlikte hareket etmeyi öğrendim. Bu denizde de böyle, bürokrasinin dar koridorlarında da.
“SUYA YANSIYANLAR”
“Sudaki İzler” adlı belgesel programınız sizin hayatınızda nasıl izler bıraktı?
Her belgeselimi çocuğum gibi severim. Nasıl bir baba çocukları arasında ayrım yapamazsa, ben de inanın belgesellerim arasında ayrım yapamam. Ama merhum dedemin hatırasına ithaf ederek çektiğim Çanakkale belgesellerimin benim için ayrı bir yeri vardır. Bir de tabii ki riskli, uzun ve derin dalışlarımız sırasında yaşadığımız ve maalesef benim de başıma gelen havasız kalma olayının tarihteki en korkunç yansımalarından biri olan Dumlupınar faciası üzerine hazırladığım ve bana Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi Övgü Ödülü kazandıran ‘Dumlupınar’ belgeselim benim için çok özeldir.
Oldukça riskli bölgelerde dalışlar yaptınız. Bu esnada atlattığınız tehlikeler oldu mu?
Ülkemizde sportif dalış limiti 30 metredir. Sudaki İzler’deyse çok daha derindeki batıklara dalışlar yaptık. Örneğin Çanakkale’de daldığımız Fransız nakliye gemisi Carthage, 85 metre derinlikte yatıyordu. Keşif dalışı için dalış ekibimiz büyük bir titizlikle hazırlandı. Beluga araştırma gemisiyle, 3 boyutlu sonar taraması yapılan Carthage batığının görüntü ve güvertesindeki detaylar en ince ayrıntılarına kadar incelendi. Bu derinliğe yapılan dalışın getirdiği derinlik sarhoşluğu, oksijen zehirlenmesi ve vurgun gibi risklerden korunmak için dalış ekibimiz helyum, nitrojen ve oksijenden oluşan Trimix adlı özel bir karışımı soludu. Göze alınan tüm risklere ve yapılan planlamalara rağmen dalış bilgisayarımda bir problem yaşadım. Neyse ki teknik dalış süpervizörüm Erol Öztunalı, sualtı fotoğrafçımız Adnan Büyük ve sualtı kameramanımız Engin Aygün’den oluşan ekiple bu dalışı başarıyla tamamladık ve Çanakkale Savaşlarının 100. yılına damgasını vuracak büyük bir keşif gerçekleştirdik. Derinlik, güçlü akıntılar ve gemi trafiği yanında ekipman arızaları, bürokratik engeller ile hava-deniz muhalefeti gibi pek çok sorun bana şunu öğretti; emniyetli bir dalış için sualtındaki ekip kadar yüzey ekibinin de ön hazırlığı gereklidir. Çünkü denizde hiçbir şey insan hatası kadar ölümcül olamaz. Özellikle Babakale’de, 54 metre derinlikteki Melpomeni batığında yaşanmış dalış kazalarının anatomilerini incelediğimiz belgeselde, neredeyse 3 saat sualtında kalmam ve hayatımın bir balıkçının bağladığı ipe bağlı olması benim için çok önemli bir dersti.
Çanakkale Savaşları’nın 100. yılı çerçevesinde yaptığınız programlardan edindiğiniz izlenimler nelerdi? Çanakkale ateşi, dünyanın diğer ucunda da yanmaya devam ediyor mu?
Dünyaya bir coğrafyacının değil, bir tarihçinin gözlükleriyle bakarsanız, Avustralya, Çanakkale’nin karşı yakasıdır. Çünkü Türkiye ve Avustralya, Çanakkale Boğazı’nın ayırdığı ve birleştirdiği iki komşu topraktır. Hem Türklerin, hem de Avustralyalıların kalbinde, asla sönmeyecek bir ateştir. Çanakkale Savaşları’nın 100. yılı çerçevesinde Avustralya’da düzenlenen uluslararası Gelibolu konferansına Türkiye’den konuşmacı olarak davet edilmem de benim için gurur verici bir gelişme oldu. Türkler, 25 Nisan 1915 şafağında Gelibolu kıyılarına çıkan Avustralyalılarla ilk kez karşılaştı. Savaş ateşi her iki taraf için de yakıcı oldu. 24 Mayıs günü cephede ölülerden savaşacak yer kalmamıştı. İki taraf arasında ölüleri gömmek için bir günlük ateşkes ilan edildi. O gün, o ölüm tarlasında Avustralyalılarla Türkler arasında sohbetler başlamıştır. Hiç de onlara anlatıldığı gibi canavar değildir Türk askerleri. Kimi sigara ikram eder, kimi tahinini paylaşır. Buna karşılık Avustralyalı askerler de anı olarak Türk askerlerine üniforma düğmeleri, bozuk para gibi hediyeler verir, yemeleri için de çikolata ikram ederler. Savaşan taraflar arasında başlayan bu garip dostluk savaşın sonuna kadar sürer. İşte benim de Avustralya seyahatim bu dostluk zincirine yeni bir halka ekledi. Avustralya denizaltısı AE2 Marmara’da derin uykusundayken, ben Avustralya’da ondan geriye kalan izleri sürdüm. Savaş batıkları üzerine bir sunum yaptım ve ardından Anzakların bağrında, onların en kutsal savaş anıtı ‘Shrine of Remembrance’ ve J sınıfı denizaltılarını ziyaret ederek İZ TV için bir program çektim. 1915 yılında Çanakkale’de savaşta başlayan Türk-Avustralya dostluğunu, 2015 yılında Avustralya’da yeni eller sıkarak pekiştirdim.
Marmara Denizi’ne yaptığınız dalışlarda ne gibi izlere tanık oldunuz?
Marmara bizim denizimiz, gözbebeğimiz. Bir denizin tamamına hâkim olan başka bir ülke yok dünyada… Çocukluğum Silivri’de elimde zıpkınımla denizde, balık peşinde geçti. Tüplü dalışa da Marmara’da başladım. 80’li yılların ortalarında deniz göz alabildiğine maviydi. Antrenmanlarımızı Caddebostan-Bostancı sahil hattında ya da Sivri adanın çevresinde yapıyorduk. Adalarda dalmadığım yer kalmadı, her dalışımızda pek çok farklı deniz canlısını görebiliyorduk. Balık da boldu, rengârenk sünger ve mercanlar da… Maalesef bugün hepsi boğuldular, renkleri soldu, soyları tükendi. Bu çok acı; tutkunu olduğum denizin gün geçtikçe öldüğüne, yok olduğuna tanık oluyorum.
İZ TV için yaptığınız “Hitler’in Kayıp Denizaltısı: U-20” belgeseliyle 37. Uluslararası Marsilya Sualtı Görüntüleme Festivali’nde En İyi Tarihi Belgesel ödülünü aldınız…
Marsilya’dan ödülle dönen “Hitler’in Kayıp Denizaltısı: U-20” filmimiz, bugün Karasu açıklarında yatan bir Nazi denizaltısını konu alıyor. U-20 denizaltısını Türk karasularına getiren hikâye, İkinci Dünya Savaşı’na dayanıyor. Hitler’in Karadeniz’de varlık gösterebilmek için gönderdiği U botlar Avrupa kıtasını baştan sona geçip, Karadeniz’e ulaştı. Denizaltılar, 27 Ekim 1942’den 25 Ağustos 1944’e kadar Rus donanmasına karşı 56 operasyon gerçekleştirdiler ve resmi kayıtlara göre toplam 45.426 ton gemi batırdılar. Kızıl Ordu 1944’te Romanya’yı ele geçirip Köstence Limanı’nda bekletilen Alman denizaltılarından üçünü batırınca, üssüz kalan diğer üç denizaltı da bizzat kaptanlarının emriyle Türk karasularında batırıldı. 1994 yılında Deniz Kuvvetlerinin bir mayın tatbikatı sırasında 23 metre derinlikte bulunan ve ünlü sualtı araştırmacısı Selçuk Kolay tarafından teşhis edilen U-20’ye dalmak bir zaman yolculuğundan farksızdı. 37’ncisi düzenlenen Marsilya Sualtı Filmleri Festivali’nde “Hitler’in Kayıp Denizaltısı: U-20” En İyi Tarihi Belgesel ödülünü kucaklarken, festivalin açılış gününde gösterilen “Ölüm Gemisi” belgeselimiz de izleyicilerden büyük övgü aldı.
Sualtı belgeselciliğiyle ilgilenenler için dalgaların altında nasıl hikâyeler var?
Keşke yüzümüzü denize çevirebilsek… Deniz bizim için yoldur, yepyeni ufuklardır. Denizlerimiz müthiş bir tarihi hazineyi bağrında saklayan, ülkemiz için çok önemli ekonomik kaynaklar barındıran, vazgeçilmez bir besin ve iş kaynağıdır. Vatan toprağının gemilerin dümen sularında düşmandan temizlendiğini, Cumhuriyet’in gemilerin güvertesinde kurulup yükseldiğini asla unutmamalıyız.
ÇANAKKALE: BENİM HİKÂYEM
Tüm bu batıkları derinlerde ziyaret edebilmek ve onların sırlarına ortak olmak, çocukluğumdan beri içimde yaşattığım bir idealdi. Bana “Savaş” adını koyan Çanakkale Gazisi dedem Hafız Hilmi Coşkun’a karşı bir vefa borcuydu bu. Çünkü çocukluk anılarımdan hatırladığım dedem, Çanakkale’de bir Müttefik gemisinden atılan top mermisinin şarapneliyle elinden yaralanmış ve sakat kalmıştı. Çanakkale Savaşı batıkları üzerine belgesel filmler çekmeye 1997 yılında başladım. Her dalışta farklı bulgular elde ettiğimiz batıkların, geçen yıllar boyunca denizin ve insanın yıpratıcı gücüne nasıl hızla boyun eğdiklerine de üzülerek şahit oldum. Sökülüp yağmalandılar, hurdacılık ve balıkçılık gibi faaliyetlerin kurbanı oldular.
Röportaj: Dilara Gülşah Azaplar
Marmara Life sayı 95- Mart/Nisan 2016