TARZI O KADAR BENİMSENDİ Kİ, TÜRKİYE’DE POLİSİYE ROMAN DENİNCE AKLA İLK ONUN İSMİ GELİYOR. ONU SADECE POLİSİYE YAZARI OLARAK DEĞERLENDİRMEK İSE BÜYÜK HATA OLUR. BEYOĞLU RAPSODİSİ KİTABINI OKUYAN HERKES BİLİR, İLK 200 SAYFASINDA BEYOĞLU’NU MÜTHİŞ TASVİRLERLE ANLATMIŞ; SULTAN’I ÖLDÜRMEK’TE BIRAKIN POLİSİYEYİ, AÇIKÇA İSTANBUL’UN FETHİNİ YAZMIŞTIR. YAZDIĞI SATIRLAR İSTANBUL KOKAR, BU YÜZDENDİR Kİ AHMET ÜMİT BANA HEP İSTANBUL’U ANIMSATIR!
Polisiye ile tarihi, tarih ile İstanbul’u buluşturan ve eserlerinde bu coğrafyanın kültürüne, medeniyetine dair bilgiler veren Ahmet Ümit’le edebiyat üzerine konuştuk. “Eğer Nazım Hikmet, Sait Faik, Orhan Kemal, Oğuz Atay, Bilge Karasu gibi yazarlar olmasaydı biz de olmazdık…” dedi.
1960’da kilim ticareti ile uğraşan bir baba ve terzi bir annenin yedinci çocuğu olarak dünyaya geliyorsunuz. Sonrasında hayat size nasıl bir yol haritası sundu?
Valla aslında henüz bir harita göremiyordum, varsa da göremiyordum. Bazı şeyler rastlantıyla oluyor… Bunun en somut örneği kendi hayatım. Gaziantep’te orta sınıf bir ailenin çocuğuyum. Babam kilim ticareti yapıyor, annem terzi, ailenin geçimine katkıda bulunuyor ve sürekli kitap okuyor. İlerleyen zamanlarda en büyük ağabeyim Londra’ya, bir ağabeyim İstanbul’a, diğeri de Ankara’ya okumaya gitti. Birdenbire İstanbul, Ankara ve Londra gibi büyük şehirlerden belli ölçüde esintiler gelmeye başladı. O zamanlar üniversiteye, yurtdışına gidenler parmakla gösterilecek kadar azdı ve onların gidişi eve kitap girmesine yol açtı. O kitapların kendisini görmek bile, okumadan önce başka bir dünyanın varlığını hatırlatıyor, sezdiriyor size. Bunların hepsi birleşince öyle ya da böyle bugünlere bir altyapı oluştu. Eylül doğumlu olduğum için okula erken başladım, o dönemde çok başarılı bir öğrenciydim, notlarım hep iyiydi. Ortaokula geldiğimde, biraz tereddüt başladı. Galiba biraz da haylazdım, malum ergenlik… Sonradan yine toparladım ve iyi gitti.
Yazarlığınıza başkalarının iradesi karışsaydı ne olurdu?
Kötü, hatta korkunç olurdu, yazmak biraz kendiliğinden gelişmeli. Bir gün içinde bulunduğum bir grup benden rapor istedi, rapor yazarken öykü yazmışım. Her şey kendiliğinden ilerledi yani. Daha sonraları Moskova’ya gittiğim zaman, kafamdaki sosyalizm ile Moskova’daki sosyalizmin çok farklı olduğunu gördüğüm ve dedim ki: “Ben kendi sözümü söylemeliyim” benim kafamdaki ütopyam, ideal toplumum, Sovyetler Birliğindeki sosyalizm ile aynı değil. Kendi sözümü söylemem için özgür olmam lazım, bunun için de en iyi araç yazmak. Eğer yazıma her hangi biri karışırsa özgürlüğüm ortadan kalkardı. Yazıyor oluşumun tek bir nedeni var; mutlu olmak. Yazmak; uyuşturucu kullanmak gibi bir şey, bırakamazsınız. O seni bırakırsa bilemem…
Beyoğlu Rapsodisi’nde Beyoğlu’nda rehberlik ettiniz bize, İstanbul Hatırası’nda ise tarihi yarımadada. Tek başınıza İstanbul gezilerine çıktığınızı tahmin ediyorum, İstanbul dışında etkilendiğiniz şehirler var mı?
Tarihi yarımada’yı çok severim. Balat’ın, Kocamustafapaşa’nın ara sokaklarında, yoksul evlerden yemek kokuları etrafa yayılırken gezmeye bayılırım. Beyoğlu’nda Galata Mevlevihanesi’nin bahçesinde oturmayı dünyada hiçbir şeye değişmem. İnsana büyük bir dinginlik, huzur verir. Hafta arası adaları gezmeyi de çok severim. İnsansız sokaklarda, tembel kediler gibi aylak aylak dolaşmak gibisi yoktur. İzmir’i ve Konya’nın bazı semtlerini, yine Bursa’nın bazı semtlerini, Mardin’i özellikle de Midyat ilçesini, Eskişehir’i tabii Gaziantep’i… Bu şehirlerde birkaç gün geçirmek, turist gibi değil sanki orada yaşıyormuş gibi hissetmek, benim için muhteşem bir deneyimdir.
Romanlarınızda İstanbul’a dair detaylı bilgiler veriyorsunuz…
Yeryüzünün hem doğa olarak en güzel hem tarih olarak en zengin şehri İstanbul. Dünyanın çeşitli şehirlerini gezdim, İstanbul’dan daha güzel bir yer yok. Ancak bu şehir ağır tahribat altında, doğası, ormanları ve tarihi dokusu tahrip ediliyor. Ayasofya’yla denizin arasında Bizans sarayı var, onun üzerine otel kurdular. Bu şehrin çığlığı yok, şehrin çığlığını sanatçılar, duyarlı sivil toplum örgütleri, çevreciler ve akademisyenler dile getiriyor. Ben de bu çığlığı dile getirmek için bu kadar tarihin ayrıntısını anlattım. “Ey insanlar farkına varın burada neyin üzerinde oturuyorsunuz, bu yaşadığınız şehrin farkına varın, kendinize gelin” diye uyarmak ve silkelemek istiyorum.
Bab-ı Esrar, Patasana, Kavim ve İstanbul Hatırası’nda ciddi bir araştırma var. Bu araştırmaları nasıl ve ne kadar sürede yaptınız?
Hititler’i yazdığım zaman Patasana’da arkeolog değildim ama araştırdım ve yazdım. Beyoğlu Rapsodisi’ni yazdığımda mimar değildim ama Beyoğlu’nda oturuyordum. Kukla’yı yazdığımda gazeteciyi yazdım. Kavim’de Süryanileri yazdım ama başlarken hiçbir bilgim yoktu. Önce hikâyemi kuruyorum ve hikâyemin geçtiği yeri araştırıyorum. Orada hayat nasıldır, güneş nasıl doğar, geceleri nasıldır, insanlar nasıl konuşur, nasıl yemek yerler, evler nasıl yapılmıştır… Bütün bunları hem gözlemliyorum hem de fotoğraflarını çekiyorum ve insanlarla röportaj yapıyorum. Bu araştırma ve inceleme süreci olmadan hiç bilmediğim alanları anlatmak zor olur. Benim tarzım böyle. Ben daha çok bilinmeyen ve benim de bilmediğim şeyleri araştırmayı ve bunları okura aktarmayı, romanımda kullanmayı seviyorum. Öteki insanların hikâyeleri daha çok ilgimi çekiyor.
“Roman yazmanın kuralları olduğuna inananlar saftır. Böyle kurallar olduğunu söyleyerek insanları kandıranlar ise cahil değilse şarlatandır” diyorsunuz…
Roman yazmanın kurallarının olmadığını söylememin nedeni aslında doğrudan sanatla ilgili. Sen de bilirsin sanatta önemli olan biricik olmaktır. Yazılmış bütün koreografiler vardır. Ama bir tanesi vardır ki örneğin: “Ateş Kuşu Balesi” bambaşka ve alışılmışın dışında bir eserdir. Ya da Picasso elbette klasik resimler yapabilirdi ama o kübist resimler yaparak biricik oldu. Ben bir sanatçıysam özgün olmam gerekiyor. Biricik unique olanı yaratmam lazım. Kurallar olursa, ben bu kurallara uyduğum zaman vasat, ortalama bir sanatçı olacağım. Kurallarla birlikte roman yazmak mümkün değildir.
NOTLAR
“45 yıl sonra Ahmet Çelebi İlkokulu’na gittim, bugünün çocuklarıyla o günkü sıramı paylaştım. Merdivenlerden çıkarken Küçük Ahmet’i gördüm. Arkadaşlarıyla birbirini kovalayan, cebelleşen küçük Ahmet’i gördüm. 50 yıllık bir yolculuk yapmış oldum. Müthiş bir duyguydu, teşekkürler hayat…”
GERÇEK BİR CİNAYET VAR, O DA İSTANBUL’UN KATLEDİLMESİ
Romandaki cinayetler gerçek değil. Fakat gerçek bir cinayet var; o da İstanbul’un katledilmesi. Gerçek cinayet aslında budur. Ben, İstanbul’u katleden katilleri, sanal ortamda öldürdüm. Çünkü bunlar İstanbul’un tarihi dokusunu, doğal dokusunu ortadan kaldırıyorlar. Maalesef kimse de bunlara ses çıkaramıyor çünkü güçlüler. Bir yazar olarak ben de bu alçakları öldürmekle görevlendirdim kendimi. Tabi gerçekte kimsenin öldürülmesini istemeyiz. Bu bir roman ve bu romanda da yalancıların, hırsızların açığa çıkarılması gerekir. Yazarların görevlerinden biri de budur. Toplumda nerde yanlışlık varsa onu göstereceğiz.
ELVEDA GÜZEL VATANIM
Ümit; “Önceki kitaplarımda, bütün polisiyelerde olduğu gibi her şey bir cinayetle başlar, Başkomiser Nevzat da olayı çözmeye çalışırdı. Elveda Güzel Vatanım ise tümüyle tarihsel bir roman. Boris Pasternak, devrimin Doktor Jivago’nun hayatını nasıl etkilediğini anlattıysa, ben de II. Meşrutiyet’in Şehsuvar Sami ve sevgilisi Ester’in hayatlarını nasıl değiştirdiğini anlatmaya çalıştım. Yüz küsur yıl önceyi anlatıyorum ama bugüne çok benziyor… Entrikası bol, büyük olayların yaşandığı akıcı bir roman oldu. Bu kitap için çok gezdim, çok okudum. Çok yorgun ama huzurluyum.” Ahmet Ümit, her ne kadar romanlarında tarihin etrafında dolaşıyor olsa da şimdi tam ortasına düşmüş görünüyor. ‘Kar Kokusu’nda komünistleri, ‘Bâb-ı Esrar’da Mevlana ve Şems’i, ‘Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’ndeyse 6-7 Eylül’ü yan hikâye olarak ele almıştı. ‘Elveda Güzel Vatanım’da ise devletin derinliklerinde yaşanan bir aşkı ve onun üzerinden alev alan bir isyanı anlatıyor. Bu kez başrolde polisiye değil, tarih var!
“140 VURUŞLUK ZEKA”
Twitter’da en az sözcükle bulunduğumuz durumu anlatıyoruz. 140 vuruşla duygumuzu, düşüncemizi anlatıyoruz ama eğer kitap okumazsak sadece sosyal medya alanlarına yoğunlaşırsak zekâmız 140 vuruşa iner.
Röportaj: Dilara Gülşah AZAPLAR
Marmara Life sayı 95- Mart/Nisan 2016