“NEDEN VE NE ZAMAN İSTANBUL’A, TÜRKİYE’YE AŞIK OLDUĞUMU SÖYLEMEK GERÇEKTEN ÇOK ZOR. BURADA, KENDİ MEMLEKETİMDE OLMAYAN NE VARDI GERÇEKTEN BİLEMİYORUM.’’
Türkiye ile ilk tanışmam 10 yıl kadar önce Suriye sınırından Antakya’ya geçip ilk künefemi yememle başladı. Oradan Kapadokya’ya geçtim ve Peri Bacaları arasında ilk kez yürüdüm, sonrasında Haydarpaşa’ya giden yataklı trene bindim ve Boğaziçi’nden karşıya vapurla geçerken ilk kez gördüğüm manzara kalbimi çaldı. Sabahın 7’sinde Boğaz’ı geçerken gördüğüm Sultanahmet Cami’ye ait minarelerle Ayasofya’nın kubbesi hayatımı sonsuza denk değiştirecekti. Neden ve ne zaman İstanbul ve Türkiye’ye aşık olduğumu söylemek gerçekten çok zor. Burada, kendi memleketimde olmayan ne vardı gerçekten bilemiyorum. İnsanlarının gerçekten harika olduklarını söyleyebilirim ve Türkiye’deki ilk haftamda hayatımda içmediğim kadar çok çay içtim. Ayrıca, bir kızın alabileceğinden fazla sayıda evlenme teklifi aldım ve kendimi gerçekten çok iyi hissetmeye başladım, sonuçta dedikleri doğruymuş, “Türkiye’de güzelim.” En hızlı öğrendiğim şeylerden biri Türklerin çok çabuk arkadaşlık kurdukları ve Avustralya’da mutlaka bir kuzen, hala, teyze, amca veya kardeşlerinin olduğu ve Türklerin konukseverlikte sınır tanımadıklarını gördüm. Daha yeni tanıdığım insanlar bana evlerini açtılar ve aileleriyle tanıştırdılar. Benim geldiğim yerde bu konuda biz biraz daha tutucuyuzdur. Beni yanlış anlamayın, hayat her zaman burada çok kolay olmadı ve bazen ilk evimi, ailemi ve arkadaşlarımı özledim ve inanın İstanbul gibi bir şehirde yeni arkadaşlıklar kurmak hiç de kolay değil; ama yine de insanların yabancılarla sokakta konuşmaları çok hoşuma gidiyor ve kendimi ne zaman biraz yalnız hissetsem hemen mahalledeki kahveye gidip kendimi tavla oynarken ve biraz da politika konuşurken, ama en önemlisi yine bolca çay içerken buluyorum. Yemek pişirmek özlediğim başka bir uğraş. Aslında özlediğim gençliğimden kalma tatlar değil, daha çok süpermarkete gidip ne aldığımı ve o malzemelerle tam olarak ne pişireceğimi anladığım bölüm. Avustralya’da çok iyi bir aşçı sayılırdım, ama burada yani Türkiye’de ortalama yemek pişirme bilgim var. Gerçi bunun da bir önemi yok, çünkü bir esnaf lokantasına gidip krallar gibi bir ziyafete marketten aldığım malzemeler kadar para ödeyince yemek pişirme derdinden de kurtulmuş oluyorum. Problem yok. Sadece daha az yemek pişiriyorum bu da daha az bulaşık ve çay içmek için daha çok zaman demek oluyor. Araba kullanmak, aaahhh… Direksiyonun arkasına geçip müziğin sesini açıp (arabada önce kemerimi taktıktan sonra, evet Avustralya’da kemer takmak zorunlu. Araba kullanmayı özlüyorum. Türkiye’de otobüsleri çok ama çok seviyorum. Ne var ki, benim geldiğim yerde bir şehirden diğerine ya da bir kasabadan bir ötekine bir aracınız olmadan ulaşmak neredeyse imkansız). Türkiye’de Kamil Koç veya Metro Otobüslerine binip, üstelik film izleyip, keke yiyerek çok rahat bir şekilde gideceğim yere ulaşıyorum. Arka bahçe, uzun süre arka bahçemi çok özledim, çünkü benim geldiğim yerlerde bahçeli bir evde oturmak, apartman katında oturmaktan çok daha yaygın ve ben de yıllarca arka bahçemi çok özledim… Sonra Balat’a taşındım ve en güzel arka bahçeye kavuştum… Altın Boynuz’daki Park yeri, üstelik çimleri biçmeme ve bahçeyi düzenlememe gerek bile yok, hatta kendi mangalım bile var. Evimi özlüyorum, ama süpermarkete gitmeyi veya araba kullanmayı ya da arka bahçemi değil. İstanbul’da ihtiyacım olan her şey var. Evimi özlüyorum çünkü ailemi özlüyorum ve Türkiye bana bu hediyeyi verdi. Türk kültüründe ailenin yeri ve önemini izleyerek öğrendim ve ben de bu ışık altında kendi aileme bakıp sahip olduklarıma müteşekkir oldum. Teşekkürler Türkiye; kalbini bana açtığın ve sana evim dememe izin verdiğin için.
Yazı: Jen Hartin