Zürih’te Bir Ev Neden Terk Edilir?

Bir şehri keşfetmenin en güzel yollarından biri yerel hayatı sonuna kadar gözlemlemektir benim için; yollarından yürüyerek geçmek, rastgele tanıştığınız insanlarla sohbet etmek ve terk edilmiş binalarını gezmektir…

Bunların hepsini her gezimde yapamasam da, şansımın yaver gittiği dönemler de olmuyor değil; geçtiğimiz yıl Zürih’e yaptığım gezi de işte böylesine şanslı olduğum dönemlerden birine denk geldi. Ateş pahası olarak bilinen İsviçre’yi öğrenci bursumla nasıl olur da gezerim derken çok sevdiğim bir arkadaşımın Zürih’e taşınmasıyla ben de düştüm yollara…

Zürih, İsviçre’nin en büyük kenti olmakla beraber, ETH ve Zürih Üniversitesi gibi dünyaca ünlü iki üniversiteye de ev sahipliği yaparak ülkenin ekonomik ve kültürel başkenti olma unvanlarını da elinde bulunduruyor.Bu denli önemli özelliklere sahip ve dolayısıyla son derece kozmopolit olan bu kent tartışmasız şimdiye kadar bulunduğum en pahalı şehirdi hatta İngiliz Telegraph gazetesine göreyse dünyanın en pahalı ikinci şehri. Hal böyleyken yıldız mimarlar elinden çıkma yapılarla, tasarımcı elinden çıkma kıyafetleriyle işlerine koşuşturan insanların etrafımı sardığı bir anda, burada yaşayan ve üst gelir seviyesinde olmayan insanların, özellikle öğrencilerin, hayatlarını nasıl devam ettirdiğini düşünür oldum. Tüm sorularım arkadaşımın evine ulaşmamla cevap buldu. Dışardan bakıldığında sıradan dört katlı bir yapıya benzeyen bu bina aslında bir ‘squatted building’, yani işgal eviydi. İşgal evlerini, herhangi bir sebeple terk edilmiş yapıların bir grup tarafından çoğunlukla konut olarak dönüştürülüp tekrar kullanıldığı alternatif konut tipleri olarak tanımlamak mümkün.

İlk seferde kulağa ‘köhne bir yapıya sığınmış bir grup evsiz’i tanımlıyormuşum gibi gelse de işgal evlerinin -özellikle Zürih’tekilerin- köhnelikle, evsizlikle alakası yok. Kimi kentlerde halen gayri resmi yollarla yürütülen bir girişim olsa da birçok Avrupa kenti işgal evlerini tanımakta ve kullanımlarıyla ilgili çeşitli yasal düzenlemelere yer vermekte. Belediyeler ve işgalciler arasındaki anlaşma tamamen bir kazan-kazan politikasına dayanıyor. İşgalci, kent içinde çeşitli sebeplerle (işlev değişikliği, miras sorunu vb.) terk edilmiş olan yapıya uygun bir kirayla yerleşirken belediye de kent merkezinde ‘tekinsizlik’ oluşturabilecek potansiyel bir alanı yaşar hale getirmiş oluyor. Aynı zamanda yapı da işgalci tarafından kullanıldığı için çürümekten kurtuluyor. Çoğunlukla genç nüfusun kent içindeki yüksek kiralar ve pahalı yaşam koşullarından korunmak adına baş vurduğu yöntemlerden olan ‘öğrenci evi/bekar evi’ mantığıyla kurulan ev arkadaşlıkları burada bir tık daha ileri gitmiş durumda. Arkadaşımın kaldığı ev beş kişilik bir evken, gittiğimiz bir diğer işgal evinde yirmi kişi kalmaktaydı. Çoğunluğu öğrencilerden ve yeni işe başlayanlardan oluşan ev halkı, aynı zamanda farklı milletlerden oluşuyor. Ortak dil ise İngilizce… Zürih’te ziyaret ettiğim işgal evleri, kent merkezinde kalan terk edilmiş ofis binalarının dönüştürülmesiyle oluşturulmuş. Ofis binalarının açık planlı oluşu, bölücü duvarların azlığı, mekan organizasyonunu oldukça rahat bir şekilde dönüşüme açmış. Belirlenen ortak yeme-içme, mutfak, salon, ıslak hacim alanları dışında herkes kendi ‘oda’sını kendi istediği şekilde, kendi istediği malzeme ve bütçeye göre yapıyor.

Malzeme deyince aklınıza betonarme, çelik vb. gelmesin sadece; ahşap kutular, ağaç kütükleri belki de bir parça bez. Daha kalabalık nüfuslu olan evdeki ‘oda’ların her biri ‘taşınabilir’ olması açısından tekerlekler üzerine inşa edilmiş. Böylelikle, yeni taşınanlara yer açmak gerektiğinde ya da farklı bir manzaraya uyanmak istediklerinde basitçe evlerinin şeklini değiştirebiliyorlar. Yirmi kişinin yaşadığı ve her gün defalarca kullandığı bu alanlar müthiş bir düzen ve temizliğe sahip! Şaşkınlığımı saklayamayıp soruyorum: Üç kişi kalınan öğrenci evinde bile en basitinden temizlik kavgası çıkarken siz bu alanları nasıl bu kadar temiz ve düzenli tutuyorsunuz? Perulu arkadaşım cevap veriyor: Kaosu engellemenin tek yolu herkesin kullandığı ortak alanı kendisinden sonra temizlemesi ve herkes bunun bilincinde. Evde kalacak yeni kiracılar diğer tüm sakinler tarafından oy birliğiyle seçiliyor. Herhangi bir sebeple anlaşmazlık yaşandığındaysa yine oy birliğiyle o kişiye veda ediliyor.

Böylesi kalabalık ev ahalisinin birlikte vakit geçirdiği en önemli alanlar elbette ki ‘salon’ları. Odalardan farklı bir kota konumlandırılmış ve mekanın, devasalığından kurtulup tanımlı ve sıcak bir ev köşesine dönüşmesini sağlayan bu alan, yemek yeme alanından sonra en çok kullandıkları ortak alan. Daimi olarak müzik çalınan, kitap okuma köşeleri olan kısacası kullanıcıların tüm ihtiyaçlarının düşünüldüğü bir köşe. Daha gürültülü müzik dinlemek/yapmak için oluşturulmuş bir başka köşeyse ev partilerinin yapıldığı diğer ‘salon’ köşesi. Birbirinden farklı ülkelerden çalışmak ya da okumak için gelmiş bunca insanın mükemmel bir harmoniyle en mahrem yaşam alanı olan konutlarını paylaşması ufak bir ütopya gibi. Mimar elinden çıkmamış, her köşesi tamamen kullanıcıların ihtiyaçlarına yönelik, kullanıcıları tarafından özenle ‘tasarlanmış’ bu evler aklımda Zürih’i terk ederken aklıma Calvino’nun şu anlatımı geliyor:   “Kentleri de rüyalar gibi arzular ve korkular kurar; söylediklerinin ana hattı gizli, kuralları saçma, verdiği umutlar aldatıcı, her şey başka bir şeyi gizliyor olsa da…”

Yazı ve fotoğraf: Dilara Kara 

*Marmara Life sayı 100

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s