“Dürüstçe söylemeliyim ki gittiğim tüm yabancı ülkeler arasında kendimi en evimde hissettiğim, bir yabancı olarak en hoş karşılandığım yer burası. Benim yabancı olduğum düzenli olarak bana hatırlatılır ama bu nadir olarak olumsuz şekilde söylenir.’’
İstanbul’daki politik kargaşa ve terör olayları benim oradan ayrılmam için bariz bir nedenmiş gibi geçtiğimiz 12 ay boyunca birçok kişi benim hala İstanbul’da yaşayıp yaşamayacağımı sordu. Benim cevabım ise her zaman “Tabii ki yaşarım” oldu. Bu inanılmaz şehrin itibarının küçücük bir grubun eylemleri yüzünden lekelenmesi eminim beni üzdüğü gibi burada yaşayan birçok kişiyi de üzüyor. Türkiye ve İstanbulla ilgili son zamanlarda yapılan olumsuz haberlere rağmen, şehirlerin en muhteşemi olan İstanbul’la ilgili en sevdiğim şeyleri naçizane sizinle paylaşmak istedim. Julie Andrews’ın
söylediği “güllerin üzerindeki yağmur damlaları ve kedi yavruları üzerindeki tüyler” şarkısını (https://www.youtube. com/watch?v=0IagRZBvLtw) bir de Türk stilinde düşünün.
Kahvaltılar…
Hiç kimse kahvaltıları Türkler gibi yapmaz. Hep Avusturalyalıların, bizim modern dünyanın en iyisi diye bilinen brunch kültürümüzle kahvaltıda dünya lideri olduğunu, İngiliz ve Amerikan kahvaltı geleneklerinin Avusturalyalıların haftasonu takviminde sarsılmaz bir yeri olduğunu düşünmüşümdür. Ta ki bir Pazar günü kahvaltı vaktini birkaç saat geçirdikten sonra bol çay ve sohbet eşliğinde yaptığım köy kahvaltısının keyfine varana kadar…
Kediler ve köpekler…
İstanbul’a taşındığımda her mahallede hayvanların bulunduğunu görünce şoka uğramıştım. Yaşadığım diğer şehirlerde gördüğüm sokak kedi-köpekleri ile karşılaştırdığımda, buradakilerin çok güzel bakıldığı çok belliydi. Bu kedi-köpeklerin bir sahibi yok ama buna rağmen onlar halk tarafından bakılıp büyütülüyorlar. Nişantaşı’nda kediler için battaniyelerle, evlerle, hatta ve hatta geri dönüşüme uğramış plastik şişelerden yapılmış otomatik besleyicilerle dolu olan ‘Kedi Parkı’ndan geçip oradaki kedileri arkadaşlarıyla birlikte görmeye bayılırım.
Halk pazarları…
Türkiye’de ne zaman yeni bir yeri ziyaret etsem oradaki halk pazarına da gitmeden edemem, bu benim için büyük bir zevk. Mevsim ve bölgeye özel çeşit çeşit ürünler, gözleme pişiren kadınlar, taze sıkılmış meyve suyu her zaman bulunur. Cumartesi günleri hayran bırakan organik pazarı, Pazar günü de antik pazarı olan Feriköy’de yaşadığım için kendimi yeterince şanslı hissediyorum. Miskin bir haftasonunun birkaç saatini bir şeylerle geçirmek istediğimde hiçbir zaman kaybım olmaz.
Meyhane…
Türk tavernasının meze ve rakısının keyfine, akşam vakti uzun sohbetler eşliğinde sakince varılır. Aile ve arkadaşlar ile masa başında birlikte yemek yeme geleneği ise Türk kültüründe hala devam ediyor. Nesine aşık olmayacaksın?
Türk halkı…
Dürüstçe söylemeliyim ki gittiğim tüm yabancı ülkeler arasında kendimi en evimde histtiğim, bir yabancı olarak en hoş karşılandığım yer burası. Benim yabancı
olduğum düzenli olarak bana hatırlatılır ama bu nadir olarak olumsuz şekilde söylenir. Türklerin çok büyük bir çoğunluğu müthiş derecede arkadaş canlısıdır. Onlar her zaman yardım teklif etmeye hazır ve çok bağışlayıcıdırlar. Benim berbat Türkçe konuşma denemelerim karşısında bile hep cesaretlendirmişlerdir.
Boğaziçi…
İstanbul’un ruhudur o. Ne zaman metrodan veya bir binadan çıksam her zaman nefesimi keser, hep onu veya Haliç’i seyre dalarım. İster Asya, ister Prens Adaları veya Karadenize doğru olan yoldaki köyleri dolaşmak için olsun, yeni yerleri keşfe feribotla çıkmaya bayılırım. Kıyı boyunca avlanan balıkçıları, küçük balıkçı teknelerini ve harika tarihi yapıları izlemek insana sahici bir şölen yaşatır. Tıpkı Julie Andrews’ın şarkısında söylediği gibi- ‘Ne zaman köpek ısırsa, ne zaman arı soksa, ne zaman üzülsem. Hep en sevdiğim şeyleri hatırlarım ve sonra o kadar da kötü hissetmem.
Yazı: Kym CAMPTON
*Marmara Life Sayı 100