BİR DÖNEM ZİL YAPIMININ BAŞKENTİ OLAN İSTANBUL’DA, ‘ZİL’ DENDİĞİNDE AKLA ZİLCİYAN AİLESİ GELİRDİ. ZİLCİYANLAR BU TOPRAKLARDAN GÖÇ EDERKEN, ZİLLERİN YAPIMINDA KULLANILAN FORMÜLÜ DE BERABERLERİNDE GÖTÜRDÜKLERİNİ DÜŞÜNMÜŞLERDİ. OYSA, BABADAN OĞULA AKTARILAN GİZLİ FORMÜL, KÜÇÜK YAŞTA ÇIRAK OLARAK İŞE BAŞLAYAN MUSTAFA ER’E MİRAS KALDI…
İnsan bir şehri niçin sever? Çünkü o şehrin sokağı, camisi, dükkânı, caddesi, pastanesi bir yana, insanlarındaki mutmain bakış, tebessüm ve terbiye bizi içine çeker. Yakınlaştıkça bir selamın taşıdığı sevginin boyutunu yakalarız. Zaten şehri sevdiyseniz, kokusu zihninizde kalır. Elbet bir gün geri dönersiniz…
Ben de tam olarak öyle yaptım, Edirne’ye geri döndüm. Gel geç bir ilişki değildi çünkü bana gösterilen sevgi. Sokaklarında kaybolmuş, bu şehrin insanı ile arkadaş olmuştum. Ve içinde yüzlerce değeri barındıran bu şehirde, benden selamını eksik etmeyen insanlara sora sora aradığım ustayı buldum. Edirne’nin Uzunköprü ilçesine rotamı çevirip, Mustafa Er’in kapısını çaldım. ‘Bakır kalayladıysam zil de dövebilirim sonuçta’ diye düşünürken işin hiç de o kadar kolay olmadığını, çekicin her tutanın eline yakışmadığını tecrübe ederek öğrendim.
TÜRK ZİLİ BİR DÜNYA MARKASI
Zil; Türk müziğinde ve diğer birçok Orta Doğu ülkesinin müzik kültüründe bir usul vurma çalgısı olarak nam salmış. Osmanlı askeri bandosu olan Mehterhane’nin en önemli çalgıları arasına adını yazdırmış. Edirne Uzunköprü’de yaşayan Mustafa Er
de teknolojinin her koldan etrafımızı sardığı şu günlerde nam salan bu sanatı el emeği göz nuru dökerek yapmaya devam ediyor. Zil üretim atölyesinde 12 çalışanı ile birlikte; bakır, bronz ve kalay karışımından ürettiği bateri zillerini Amerika ve Avrupa ülkelerine
ihraç ederek, ülke ekonomisine katkı sağlıyor. Türk Zilleri üreten Er, lise yıllarında tanıştığı bu mesleği işin ustasından öğrenmiş. Ustası ise bu mesleği Zilciyan ailesinden devralmış…
ZİLCİYAN AİLESİ’NİN MİRASI
İlk olarak İstanbullu Ermeni usta Avetis Zilciyan tarafından 1623 yılında yapılan zil, kalay ve bakırın karışımından elde edilen ve sır gibi saklanan bir formülle yapılıyor. Ürettikleri benzersiz zillerle Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük şan elde eden Ermeni ustaların yaptığı bu ziller gitgide nam salarak, Osmanlı ordusu ile Prusya Ordusu’nda
kullanılmaya başlanıyor. Hatta Kerovpe Zilciyan (1828-1910) 1851’de Londra, 1867’de Paris, 1873’te Viyana, 1883’te Boston, 1893’te Chicago, 1898’de Berlin ve 1907’de Bologna’daki dünya sergilerinde sergilediği zilleriyle ödüller kazanıyor. Mikayel Zilciyan (1905-1978) aile atölyesini Samatya’dan Sağmalcılar’a taşıdığında Zilciyanların yanında yetişen Agop Tomurcuk’la Mehmed Tamdeğer, 1980’de Bağcılar’da yeni bir atölye açıyorlar. Mustafa Er ise lise yıllarında onların yanında çırak olarak başladığı yolculuğuna şimdilerde usta olarak devam ediyor. Geçmişten bu yana sadece erkek çocuklarına söylenen zilin formülünü ise bilen birkaç kişiden biri olan Er, atölyesinde ürettiği zillerin ‘parmak izi gibi’ hiçbirinin diğerine benzemediğini söylüyor. “Burada ürettiğimiz zillerin hiçbiri bir başkasına benzemez. Bu el yapımı ziller insanın parmak izi gibidir aslında. Nasıl insanın parmak izi birbirine benzemiyorsa, bu zillerin de birbirlerine benzerliği söz konusu değildir ve en büyük özelliği de budur. Biz başta Amerika olmak üzere bütün dünyaya zil ihraç ediyoruz. Ülke olarak saymam gerekirse, Amerika, Fransa, Almanya, Hollanda, Norveç, İsveç, İsviçre, Avustralya ve İngiltere dâhil… Yani kısacası tüm dünya ülkelerine burada el yapımı zillerimizi gönderiyoruz.”
MÜZİSYENİN İSTEDİĞİ TINIYA GÖRE ZİL ÜRETİYOR
Zil imalatı Avrupa’da pres fabrikasyon baskı ile üretilir olduğundan bu yana, el yapımı zillere rağbet artmış. Bu durum ise işin emekçilerinin yüzünü güldürüyor çünkü eskiden atölye için yer bile bulamadıklarından İstanbul’dan Uzunköprü’ye taşınmışlar. Her ne kadar yolları bu şehre bir tesadüf sonucu düşmüş olsa da şimdilerde yuva belledikleri bu yerde nam salmayı başarmış durumdalar. Mesleğine 14 yıldan beri devam eden Er’le konuşmak için Uzunköprü’ye gittiğimde, dünyanın ünlü müzik gruplarının ve bateristlerinin, kendi ürettiği özel sipariş zilleri kullandığını gururla anlatıyor. Ortağı Halil Kırmızıgül ile yolları kesiştiğinden beri darbukayı da bünyelerine dâhil etmişler. Hatta öyle ki Halil Kırmızıgül’ün oğlu Samet Kırmızıgül üniversiteyi bitirdikten sonra Uzunköprü’ye yerleşerek, eline çekici alıp işin ilk basamağına adım atmaya karar vermiş. Er ve Kırmızıgül ailesi el ele verip müzik piyasasında adlarından söz ettirmek konusunda azimle çalışıyorlar.
Ben de geçmişten günümüze uzanan bu enstrümanın hikâyesini dinlemek için Mustafa Abi’nin atölyesine misafir olup, Edirne’nin soğuğunda içimizi ısıtan bir sohbet gerçekleştirdim. Bu işi anlatacaksam bu işe el atmalıydım. Hızlandırılmış kısa bir dersin ardından dökümhaneden gelen zili ve çekici elime aldım. Ve evet, yeteneğiniz yoksa çekici kısa bir süre sonra elinizden bırakmak zorunda kalıyorsunuz. Çünkü işin en zor yanı çekiç darbelerinin aynı yere tekrar vurmaması. Kulakları çınlatan sesi ise bir zaman sonra kanıksamaya başlıyorsunuz. Gözünüz bu loş ortamda harıl harıl işine odaklanmış emekçilere kayıyor. Ben de zil dövme konusunda pek yetenekli olmadığımı kendime itiraf edip ustaların yanında alıyorum soluğu, kimisi döküm yapıyor kimisi torna. Gramajı, baskısı derken en son zilin ustası imzasını atıyor ve dünyanın dört bir yanında Türk zillerinin sesi yankılanıyor…
NOTLAR
ERMENİ USTA OSMANLI HİMAYESİNDE
17. yüzyıl başlarında Trabzon’da kazan ustası Kerope deneyleri sırasında elde ettiği bronz alaşımlardan birinin ses iletimindeki gücünü keşfeder. Bu alaşım ile yaptığı zillerin ünü kısa sürede yayılır ve padişahın emriyle ailesi ile birlikte İstanbul’da saray himayesine alınarak mehterhanenin zilleri kendisine yaptırılır. Bunu saray çalgıcılarının talepleri izler. Gün gelir işiyle o kadar özdeşleşir ki padişah tarafından aileye Zilciyan ismi verilir. Şöhreti Osmanlı sınırlarını aşar ve Avrupa’ya ulaşır. Yaşlı Kerope’un ardından alaşımın sırrını devralan Avedis 1623 yılında padişahın izni ile saraydan ayrılarak Samatya’da ilk atölyesini kurar.
Yazı ve Fotoğraf: Dilara Gülşah Azaplar
*Bu yazı Marmara Life dergisinin 101′inci sayısında yayınlanmıştır.
(2017, Mart/Nisan)