Köyler giderek kentin içinde eriyor. Hızla büyüyen İstanbul sınırlarına dâhil pek az köy, çok az ekim yapılacak arazi kaldı artık. Nefes üreten bu son toprakların bekçileri de giderek azalıyor . Rıfkı Şen, o muhafızlardan birisi. Atadan kalma mesleğini sürdürürken, kent işgalinin kaçınılmaz olduğunu söyleyip, değişmeyenin yaşayamayacağı bir dünya anlatıyor.
Her ağızdan, “Bırakacağım bu şehri artık!” isyanları yükseliyor. Duyuyorum. Tüm arzusuyla terk etmek istediği İstanbul’un nimetlerine bağımlı hale gelmiş insanların bu tereddütlü sesi her yanda işitiliyor. Bu işlevsiz başkaldırıya çözüm olarak aklıma, şehrin dışında, fakat şehre yakın bir mesken inşa edip hafta sonlarımı, tabiatla, toprakla geçirmek geliyor. Tam bu fikirler aklımı kurcalarken Havalimanı-Yenikapı metrosunda olduğumu fark ediyorum. İstanbul’a yakın bir yerde çiftçilik yapmak nasıl bir şeydir merakıyla, Arnavutköy’e kadar iki buçuk saat yol çekiyorum. Yassıören’de indiğimde, birbirlerini karşılık selamlayan bir bakkal ve kahvehaneyle, kimisi gölgeye sığınmış,
kimisi ışığın huzuruna ermiş uykulu köpeklerle ve nedendir bilmem; baktığımda bana yalnızlığı hatırlatan, köyün kenarından teğet geçmiş bir asfalt yolla karşılaşıyorum.
“Ne öğreteceksin bana?”
Rıfkı Şen karşılıyor beni. Otuz sekiz yaşında ve doğduğundan beri çiftçilik yapıyor. “Atadan dededen kalma çiftçiliği devam ettiriyorum,” diye anlatıyor kendini. “Kendimi bildim bileli de Yassıören’deyim. Biz dört biraderiz. Hep beraber işliyoruz tarlaları. Traktörler, tarlalar ortak.” İş bölümü nasıl diye soruyorum hemen. “Hangimiz boşta ise o an sıradaki işi o yapıyor. Bizde sadece çiftçilik yok. Market de var. O ilk geldiğinde köyün girişindeki bakkal bizim. Kardeşim işletiyor.” Hemen sonra çiftçiliği öğrenmek istediğimi söylüyorum. “Ne öğreteceksin bana?” diye soruyorum. Bir süre düşünüyor. Önce “Yapabilecek misin?” diye sorup beni baştan aşağı süzüyor. Eh yılmam kararlıyım, öğreneceğim. “Şu sıra tarlada yapılacak senlik bir şey yok ama gidelim traktörlerin oraya. Buluruz sana göre bir şeyler.” diyor. Günün nasıl geçiyor Rıfkı Abi? diye soruyorum çünkü merak etmişimdir hep, tüm vaktini doğaya göre ayarlayan, şehir koşuşturmacasında yaptığımız gibi saate ihtiyaç duymayan şanslı insanların nasıl vakitlerini işlediğini. “Valla nasıl anlatayım. Benim işim çok. (Gülerek) Sabah yedi gibi kalkıyorum. Kahvaltıdan sonra işlerime bakıyorum, bugün öncelikli işim hangisi diye. Yeri geliyor gübre atıyorsun, tarlada taş varsa taşları topluyorsun, toprağı hazırlıyorsun, öğleden sonra ilaç atıyorsun. Kepçem olduğu için bazen kepçe işine de gidiyorum; örneğin çiçek malzemeleri gelince onları indirip kaldırmaya gidiyorum. Topraklar gelince toprakları indiriyorum. 2 traktör bir kepçem var. Balya bağlıyorum, balya çekiyorum traktörle. Akşam 12 olduğunda da yatıyorum. Günüm baya yoğun geçiyor yani.”
‘Tarla sürmek , su içmek gibi’
Bu sıra tarlayı ilaçlama yapmaya karar veriyoruz. Atlıyoruz traktöre. Tarım Kredi Kooperatifine gidip, ilaç ve gübre alıyoruz. Tarlaya yollandığımızda, traktörün durmadan titreyen metal gölgeliğine kafamı çarpmamak için uğraşırken, gün içinde yaptığını söylediği şeylerin ne olduğunu soruyorum. “En baştan başlayalım öyleyse,” Rıfkı Abi derin bir nefes alıyor. “Yemek yemeden önce bir bardak su içersin, ağzının pasını alsın diye. Tarlayı sürmek de bunun gibidir. Sabah kalkarsın, tarlayı sürdükten sonra belirli bir zaman beklersin. Toprağı havalandırırsın. Tarla kum gibi olana kadar inceltmen gerekir; bir sürü işlemden geçiriyorsun. Ekim zamanı geldiğinde, makinalara zarar vermesin diye taşları topluyorsun. Ondan sonra ekime geçiyorsun. Makineye mibzeri takarak tohumları ekiyorsun. Bu işi saçarak yapan arkadaşlarımız da var. Şimdi o pek kalmadı ama bu işi yapan bazı arkadaşlarımız var. Mesela bizim mibzerlerimiz çifttir; hem gübre atar hem tohum atar. Hem buğdayımızı hem toprak altı gübremizi atarız toprağımıza.”
Bırakacağız Çiftçiliği!
Güneş parlak ve traktörle buğday ekinlerinin üzerinde ilerleyip, arkamızda gökkuşağından damlalar bırakıyoruz. Yayvan tepelerin üzerinde parlayan, bu Dante’nin Cennet’inden kopma manzarayı seyrederken İstanbul’un büyüdüğü gerçeği aklıma geliyor. “Çiftçilik üç dört sene sonra imarlar açılırsa kalkacak. Biz de ona göre önlemimizi alıyoruz,” diye anlatıyor Rıfkı Abi. “Mecburen bırakacağız çiftçiliği. Neden? Herkesin arazisi var. Gelecek, bölecek, edecek. Bu sefer motorlarımız bir işe yaramayacak. Sen satmıyorsun toprağı. Amcan satıyor, dayın satıyor. Buralar imara açılırsa, evimizi yurdumuzu bırakmamak için mecburen nalbur işine yöneldik. Bu bir mecburiyet. İnsanlar çoğalmaya devam ediyor. İstanbul’un yanında olduğumuz için böyle bir farkımız var. Bizim yerlerimizin çoğu hisselidir. Hisseli olduğu için, akrabalar satıyor. Maddi durumun iyiyse alıyorsun, değilse alamıyorsun. ”
Toprak ve çiftçilik zevk işidir!
İlaçladığımız tarla dikleşmeye başlayan alçak bir tepenin yamacına yaslanmış. İlerlerken traktör aniden yan yatmaya başladı. Rıfkı Abi, rahat olmamı, traktörün devrilmeyeceğini söyleyerek beni rahatlattı. “Çiftçilik toprak, zevk işidir. Toprağın anlamı ona bağlı kalmakta. Aynı işleri tekrar tekrar yapmakta. Mesela, bir sefer gübre atmıyorsun. Üç defa bu işlemi uyguluyorsun. Üresi, ilaçlaması, nitratı (Amanyum nitrat) var. İlaçladıktan sonra buğday kurusun diye bekliyoruz. 2 buçuk 3 ay sonra da biçer-döver ile tarlaya dalıyoruz. Buğdayın tanesini alıyoruz, sapını ayrı topluyoruz. Bu sefer tekrar sürüyoruz, çiçek ekimine hazırlıyoruz. Bir sene sonraya… Toprağın dinlenmesi lazım; bir yıl buğday bir yıl çiçek ekiyoruz. Her sene aynı şeyi ekersen verim alamazsın.”
NOTLAR:
*“İnip traktörün arkasındaki bir depoyu; su, ilaç ve yapay gübreyle dolduruyoruz. “İlacı buğdayın içinde çıkan yabancı otları öldürsün diye kullanıyoruz. Otlar çıkınca buğdayı sıkıyor, verim azalıyor.” Gübre neden doğal değil, diye soruyorum. “Yok ki öyle kullanılabilecek bir gübre,” diyerek gülüyor. “Hayvanlar az. Onlardan elde edilen gübre hangi tarlaya yetecek? Şuan öyle bir hayvan potansiyeli yok.’’
“Yassıören’de indiğimde, birbirlerini karşılık selamlayan bir bakkal ve kahvehaneyle, kimisi gölgeye sığınmış, kimisi ışığın huzuruna ermiş uykulu köpekler, tavuklar karşılıyor beni..”
*İstanbul’da yaklaşık 150 köy bulunmaktadır. Bu köylerin çoğu ise Arnavutköy, Çatalca, Beykoz, Çekmeköy ve Sarıyer’dedir.
İstanbul’un bilinci, çiftçisinde
İşimiz bittikten sonra köy kahvesinde çay ısmarlıyor Rıfkı Abi. İstanbul’da çiftçi olmanın farkının, her şeyin el altında bulunmasından doğduğunu söylüyor fakat bence bundan fazlası var. Şehrin derinliklerinden esen AVM kokusundan olsa gerek, çiftçi abilerimin ağızlarından kapitalist düzen eleştirileri geliyor. Hem de bu eleştiri, üniversite koridorlarında, bir oyuncak, bir fenomen, bir moda olan isyana hiç benzemiyor. Tam tersine, onların sözcükleri ve kelimeleri, bu kritiği bir hakikat haline getiriyor; ete
kemiğe büründürüyor. İstanbul çiftçilerini ayıran farkı, kentleşmenin hızlanmasını omuzlarında sürekli hissettikleri, bu manzarada keşfediyorum.
Yazı: Faruk Kanber
Fotoğraf: Yağız Karahan
Marmara Life Sayı 102