Avuçlarımızın arasında bir sıcak fincan; yetmiş miydi karnımıza çektiğimiz dizlerin değdiği o kuytuyu duymaya? Kış, ‘ben geldim’ dercesine bir buse gibi kondurmuştu buğusunu pencerenin yanağına. Parmaklarımız dokunmak istemişti. O kuytudan parmak uçlarımıza sızanlar, bir iz bırakmayı başarmıştı nihayet. Az sonra silineceklerini bilmiyor olsak buna inanmaya hazırdık oysa. Bıkmış mıydık, alışmış mıydık karar veremedik ama hazırdık aynı denizin farklı dalgalarında süzülmeye.
Mesela, çok kez dalıverdik bir vapurun ardında bıraktığı köpüklere. Hani, kışın yalnız kalabildiğimiz tek bir yeri olmuştu ada vapurunun, anımsadınız mı? Evet; çünkü ‘ne olmuştu?’ diye orada sormuştuk dizlerimize. İlk kez dinledik değdikleri kuytuyu. Göğsümüzün tam ortasıydı. Kaçırma diyordu, yetiş! Atlamıştık Leyla Erbil’in vapuruna.
LEYLA ERBİL’İN VAPURU
“Sular burada çamurlu ama orada pırıl pırıl maviydi, yalım yalım beyaz köpükler döndürüyordu geceye. Havaya sıçradı iki kez, denizi zangırdatarak oturdu yerine, oraya buraya eğildi, bakındı, Kızkulesi’ne doğru çevirdi burnunu” demişti Erbil. Onun vapuru, adadan dönüyordu. Ne var ki, bir başkasının parmaklarıyla dokunmuştu buğulu camlara. Bıraktığı izleri okumak, onu duymak isteyenlerce mümkün olabilmişti. Hayatından kesitler vardı ‘Gecede’ sakladığı. Tarihe, İstanbul’a, kadına, kaptan köşkündeki babasına ve en nihayetinde kendisine dair gerçekleri düşlerinde bulmuştu belki. “Elimi böyle tuttuğunu hiç görmemiştim onun, yıllar sonra bir gün Atatürk’ün cenazesini sizlere göstereyim diye bizi kapıp koşturduğu Dolmabahçe Sarayı’nda sıkışıp kaldığımızda bir de. Orada öldü annem. Kalabalık, üzerine basıp geçtik: ablam, ben, başkaları, ezdik onu. O kış başı, elinde gene bana örmeye başladığı bir yün palto vardı. Bir kolları kalmıştı örülmedik” O kış başı, düşlerinde yarım kalmıştı Erbil. Kolsuz bir palto gibi eksik. Ürkmüştü bundan. Belki de yarım kalanlara yer yoktu onun kışında.Bu yüzden eksiklerini hep sonbaharda kapatmıştı. Dizleri karnında, göğsünün ortasını dinlemişti. Bir kere kopsa, bir daha tutunamayacağını öğrenmişti. Hatta tam da o kış öğrenmişti. Ve sordu: “Vapur olur da, kopar gider de kaptanı ortaya çıkmaz mı? Babam kimdi benim ve neredeydi?”
BİR ÜMİT HAYKIRDI : ATAOL BEHRAMOĞLU
Yaşayan bir ses haykırmıştı bu kez. Geçmişini bembeyaz karların altında bırakmaya razı, umut dolu bir çift çocuk gözünden haykırmıştı Ataol Behramoğlu. İnanmıştı karın beyazına, örtecekti alçaklıkları. “…Beyaz, ipek gibi yağdı kar / Yağdı kirpiklerine bir kızın / Yağdı mavi bir nehre / Saçlarıma yağdı / Otobüslere / Ağaçlara / Evlere…”
Ve devam etmişti inanmaya. Bir insan kalbinin güzelliğine, çocukluğuna, sonsuz cesaretine ve olanaklılığına inandığı kadar. “Dünya daha güzel olacak / İnanıyorum buna / Bir insan kalbinin güzelliğine / Çocukluğuna / Sonsuz cesaretine, olanaklılığına / İnandığım kadar.” ‘Bir gün mutlaka…’ diye geçirmiştik içimizden. Bir gün mutlaka karın kalkacağını hatırlayacaktı Behramoğlu. Altında kalanları sonsuza dek örtmeye yetmeyecekti beyazlığı. Ve hatırladı: “Uzun kış gecelerinden sonra kim bilir nasıl olur her şey. Uzun kış gecelerinden sonra, masallarda anlatılan. Durup durup bunları düşünüyorum, bir sevinci bir hüzün izliyor arkadan. Yüreğim ipe sapa gelmez bir bahar göğü, Türkçe bir yürek kısaca “
BURGAZADA ’DAN BİR AHBAP : SAİT FAİK ABASIYANIK
Hemen sonra, ada vapurunda karşılaşmıştık Sait Faik’le. Burgazada’dan selam getirmişti Leyla Erbil’e. Aynı fotoğraf karesinde görmüştük onları, elleri omuzlarında. Tebessümleri ilkbaharın habercisiydi. “Atlasam bir vapura, şehire insem diyorum, şehir umutların, tesadüflerin, tehlikelerin, gürültülerin içinde her zaman elimin altında bulunan bir sergüzeşt tombalasıdır. Sokarım elimi bu torbaya, çekerim 77 numarayı, çinko, 19 numarayı, tombala!” demiş ve o vapura atlamıştı Sait Faik. Şehrin tam dokuz mil uzağındaydı. Dört tarafı su içinde, kar azala çoğala yağıyordu anlattığına göre. Boş bir sandalyeye takılıvermişti gözleri; “Bu boş sandalye birdenbire doluvermeli. Kim gelip oturmalı? Hiç kimseyi istemiyorum. Ama sandalye… Bir insan bekler gibi duran sandalye? Onu yapan sandalyeci yaman adammış doğrusu. Sandalyeye insan bekletmesini bilmiş.”
Bıkmış mıydı beklemekten, yoksa alışmış mıydı beklemeye? Ne olmuştu sanki? Portakal yemeyi severdi kışın. Üstüne bir sigara yaktı portakalın. “Karşımda lapa lapa kar yağıyor. Birdenbire bir sevinç kuvvetli bir sevinç hissi kaplıyor beni. Nereden geldi bu sevinç bilmem? Sıkıntımın içinde nasıl belirdi? Sıkı bir iskarpin içinde yumuşak, mini mini latif bir kadın ayağına benzer, bu sevinci ne etmeli?” Sevinci uzun sürmemişti. Gökte bir gölge belirmiş, camların buğusundan büyüyüp bir karga oluvermişti. Yıldız poyraz çılgıncasına esiyordu. Şimdi darı taneleri gibi ufak ve sert bir kar, ölü gibi morarmış eski karların üstüne canlı, sarımsı bir renkle düşüyordu. Öyle demişti. “Sokağa çıkmalı, bir kahveye gitmeli, İstanbul’a inmeli mi, inmemeli mi diye düşünmeli. Bir vapur kaçırmak. Sonra ortalık kararınca bastona dayana dayana eve dönmeli. Oturmalı, okumalı. Hep aşk hikâyeleri okumalı. İnsanların birbirini sevmeye buradan başladığını sanmalı. Kapanmalı yalnız kendi kendimizi düşünen varlığımıza, hayatımıza. Dışarıya burnunu bile uzatmamalı. Ne mangallıyı, ne mangalsızı, ne kaloriferliyi, ne ateşsizi, ne hastayı, ne açı düşünmeli; salmalı kendini hülyaya, gerine gerine aşk hikâyeleri okumalı.” diye cevapladı. Zira cevapsız bırakmıştı az önce. Bıkmamıştı, alışmamıştı da. Bu kez o sordu: Ne olmuştu sanki? Bir yanda palto, kolları örülmemiş. Bir yanda kar, henüz erimemiş. Elbet bir gün örülecek, elbet bir gün eriyecekmiş. O yüzden şu kış berbat şeymiş! “Berbat şey şu kış! Kötü şey, kötü! Bakma şatafatına! Bakma manzarayı İsviçre’ye çevirişine…” Böyle demişti Sait Faik. Ne olmuştu sanki?
Leyla Erbil Kimdir?
Türkiye’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk kadın yazar olan Leyla Erbil, 1931’de İstanbul‘da doğdu. Yazım hayatına öyküyle başlayan Erbil, Marx ve Freud etkisinin görüldüğü eserlerinde din, aile, okul ve toplumun ürettiği tabularla mücadele etti. Öykünün yanı sıra deneme ve roman türlerinde de unutulmaz eserler veren yazar, 19 Temmuz 2013’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. ‘Vapur’, denizci bir babanın kızı olarak bilinen Leyla Erbil’in 1968’de yayımladığı ‘Gecede’ adlı kitabında yer alan ve yazarın yaşamına dair kesitler paylaştığı düşünülen öyküsüdür.
ATAOL BEHRAMOĞLU KİMDİR?
13 Nisan 1942’de İstanbul Çatalca’da doğdu. İlköğrenimini Kars ve Çankırı’da yaptı. 1966’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. İngiltere’ye, daha sonra Fransa’ya gitti. Paris’te gece kulübü bekçiliği, otel katipliği, öğretmenlik yaptı. 1984’te Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’ne bağlı Centre de Poetique Comparee bölümünde Türk ve Dünya Şiiri üstüne seminerler izledi, çalışmalar yaptı. Çevirileriyle de dikkat çekti. Edebiyat ve kültür üzerine yazdıkları, antoloji ve diğer çalışmalarıyla kuşağının önde gelen yazarları arasına girdi.
Yazı: Julia Kütnaroğlu
*Bu yazı Marmara Life Ocak- Şubat 2018 sayısında yayımlanmıştır.
https://atomic-temporary-93496388.wpcomstaging.com/2017/08/15/dus-yazarinin-sehri/