Hüsrev Hatemi

HÜSREV HATEMİ’NİN ÂŞIK GARİP COĞRAFYASI

Kızılordu Tiflis’e girince, Dilman’da yaşayan Azerilerden bir kısmı İstanbul’a göç eder.Aralarında Ali Asgar Hatemi de vardır. Bir kırtasiyeci dükkânı açar ve üç yıl sonra güzel bir kızla evlenir, dört çocukları olur; Nadir, Güzin, Hüseyin ve Hüsrev…

Hüsrev Hatemi, 12 Aralık 1938’de Kurtuluş Caddesi’ndeki Modern Apartmanı’nın 5. katında dünyaya gelir, büyür ve Aşık Garip Coğrafya’sına adım atar… Tıp alanında uzmanlığı ile bilinen, edebi yönü ile de adından söz ettiren bu adamı yeni hazırlamakta olduğu şiir albümü için stüdyoda yakalıyor ve Marmara Life okuyucuları için mazi sever ve gözlemci gözleriyle eski İstanbul’a paha biçilmez bir pencere aralıyorum…

Uzmanlık alanınızın hekimlik olduğunu biliyoruz. Peki, edebiyata yöneliminiz nasıl oldu?
Edebiyata yönelmek, ikizim ve bende ilkokula başlamaya az bir zaman kala peyda oldu. Harp yılları yeni bitmişti, o sırada hiç lüks defter bulunmazdı. Babam da bize saman kâğıdından bir defter hediye etmişti. 5 – 6 yaşlarındayız ve ilk defa defter görüyoruz haliyle çok hoşumuza gitmişti. Hüseyin de, ben de şiir döktürmeye başladık. Babamın da hediye ettiği Âşık Garip Halk kitabı, Aşık Garip’in şiirleriyle tanışmamı sağladı. Buna benzer birçok kitabın yanında Doğan Kardeş Yayın’ın daha modern şiirlerini ve daha sonra Varlık Dergisi’ni tanıdım. Böylelikle Cahit Sıtkı’yla, Osman Saba’yla tanışmak nasip oldu. Faruk Nafiz Çamlıbel belleğimdeydi. Eve giren Boğaziçi Dergileri gibi bir dergi grubunda, aruz vezniyle ve hece vezniyle, daha klasik şiirler görürdük. Yahya Kemal ve Yusuf Mardin’i de tanıdık zamanla… Edebiyat yavaş yavaş kanımıza işlemeye başlamıştı.

Siz de bir dönem aruz vezni ile şiir yazmayı denemiş daha sonra serbest vezne geçmişsiniz…
Evet, birader aruz veznine sanki doğuştan hakim gibiydi. Türkçe öğretmeninin  de çok beğendiği şiirler döktürmeye başladı. Onunki anlaşılır olduğu için çok beğenildi. Benim de kalbim kırılmasın diye övülürdüm. Benim aruzla yazdığım şiirler onunki kadar başarılı olmuyor diye, ben vazgeçeyim onunkileri izleyeyim demiştim. O zamanlar Nazım Hikmet şiirleri serbest değildi. Ben de Garip Akımını sevmiyordum sonra İkinci Yeni baş göstermeye başladı. Serbest vezinle de gayet güzel mısralar yazılabilirmiş diye serbest vezne geçtim ve rahatladım. Sonra benim o devirden kalma aruz denemelerimi de son çıkan şiir kitabım Kişver’e koydum. Ben de şiirin aruzla yazılmasını tercih ederdim. Onun için yapamayacağım diyerek kendi şiirlerimi hiç kimseye göstermeden biraderin spikerliğini yapardım. Lise böyle bitti. Birader edebiyat ortamlarında kendi şiirlerini okumak istemezdi. Onun için mikrofondan anons edilirdi; “Hüseyin Hatemi’nin şiirlerini kardeşi Hüsrev Hatemi okuyacak.”

HATEMİ’NİN KİŞVER’İ

Çocukluğunuza dair neler hatırlıyorsunuz?
Babam bizim okula başlamamıza bir yıl kala, okumayı sökmemizden memnun oldu ve “İkisi de ikinizin, ben bölüştürmüyorum” deyip, bir Köroğlu Destanı bir de Aşık Garip hikayesi getirdi, dünyalar bizim oldu. Çünkü bize mahsus kitabımız o sıra yoktu. Annemin, Türkçe’ye çevrilmiş Ömer Hayyam’ı, bizim elimizde kitap dayanmıyor diye, mutfakta tencerelerin üzerinde dururdu. O, annemin tek kitabıydı, eline o geçmiş bir yerden. Yoksa Mevlit geçseydi de onu koyardı. Babamın da Azerbaycan’dan getirdiği bir Hafız divanı, Sadi’nin Bostan ile Gülistan’ı ve Türkiye’ye gelince aldığı iyi ciltli bir İkinci Meşrutiyet kitabıyla birlikte toplamda dört kitabı vardı. İşte böyle bir ortamda elimize Aşık Garip geçince, büyükannem de çok zevklendi. Senelerce, yani ilkokul bitinceye kadar, o yorgan kaplarken bizim ona kitap okumamızdan çok hoşlanırdı. Kardeşİmin de benim de şiire, edebiyata olan merakımız, aynı sebeptendir. Babam Azerbaycan’dan geliyor 1922’de. Babası da yine aynı şekilde giriş yapıyor Türkiye’ye. Fakat hepsi Dilman şehrine bağlı. Şimdi İran’da Selmas, Şahbur adı verilen, Moğollar’ın verdiği isimle Dilmagan bölgesidir. Selmas, Bizans İmparatorluğu devrinde oranın Ermenilerle dolu olduğu sırada verilmiş en eski adıdır. Şimdi Dilmanlılara, Selmaslı da denir, Şahburlu da denir. İşte böyle bir İran Azerbaycan’ının Türkçe konuşan, Farsça’yı ancak mektebe gönderilirse öğrenen, anneannelerinin, babaannelerinin hiçbiri bir cümle bile Farsça konuşamayan bir bölgenin çocuklarıyız. Babamız ise ortaokul tahsili kadar Farsça biliyor. Okumak istemiş fakat elinde olmayan sebeplerden dolayı okuyamamış. Babaannem Azeri türküleri öğretirdi. Namesiyle değil de, sözlerini yazdırırdı. Ari manileri öğretirdi. Hafızası kuvvetli bir yaşlı hanımdı. Hiç okuma yazma bilmezdi. Ne Arap harfleriyle, ne Latin harfleriyle ama birçok Azeri beytini bana yazdırırdı: “Dağlar başı tütündür / Kimin bağrı bütündür? / Eğil öpüm yüzünden / Dünya ölüm yitimdir.”

Üniversite yıllarınız nasıl geçti?
İran’la, Irak’la Türkiye’nin bir Bağdat Paktı vardı. Onun için tıp fakültesi sınıfında 9 Ürdünlü, 8-10 İranlının olduğu Ortadoğu memleketlerinden bir sınıfta okudum. O devir üniversitelilerin 1900 doğumlu babaları olurdu. Yani onlar 25 yaşındayken Osmanlı parçalanmıştı. Kendileri Musul’da doğsalar da Türk uyruklu doğmuşlardı. Türkçe konuşuyorlardı. Bir Musullu, Bağdatlı öğrencinin annesi babası geldiği zaman, bizim İstanbul Türkçesi ile konuşurlardı. Kibar, anlayışlı ve kültürlü insanlardı, arada soğukluk yoktu.

“Âşık Garip Coğrafyası” şiirinizde bahsettiğiniz coğrafya neresidir?
Babamın ilk okumayı öğrendiğimizde bir hediye ettiği halk kitabıydı. O hikâyeyi de çok sevdik ama kitap 1946 yılından sağ kalmamıştı. Keşke korusaydık, saklasaydık diye üzülürken bir nüshasını bir yayıncı arkadaş bulup 2010 yılında bana getirdi. Böylelikle ben o Âşık Garip nüshasına gene karışmış oldum. Âşık Garip Coğrafyası, Âşık Garip’in dolaştığı yerler; Tebriz, Tiflis, Halep, Erzurum, Kafkasya- Azerbaycan, İran- Azerbaycan, Erzurum, gene Halep şehri, Âşık Galip’in şiirlerinde geçen coğrafyadır. O sırada Körfez Harekâtı vardı. Benim aklımda Âşık Garip Coğrafyası terimi o zaman doğdu. Aşık Garip’in bir zamanlar serbestçe pasaport kullanmadan dolaştığı Müslüman coğrafyada şimdi füzeler dolaşıyor. Televizyonda Bağdat’ın nasıl vurulduğunu gösteren haberler 90’lı yılların başındaki Körfez Harekatı’nda da Aşık Garip coğrafyası demeyi düşündürdü. Babamın anlattığına göre Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra benim de kitaplardan doğruladığım şekilde rahat bir dünyaydı, Dilman’dan 60 km. sonra Van, Başkale geliyor. Tebriz’e kadar kim gidecek der, büyük alışveriş yapmak istediğimiz zaman sınır geçiş belgesi olarak Dilman Valiliği’nden kamış kalemle bir izin kâğıdı alıp Osmanlı’ya geçerek Van’da alışveriş yapardık, derdi babam. Gürcistan’a giderken ne vize alırmış, ne bir şey. Artık benim memleketimde yaşamak çok zorlaştı diye gidip Tiflis’te bir dükkân açmış. Babam işte böyle bir dünyayı anlattı bize. Âşık Garip Coğrafyası; Suriye’ye vize almadan kolayca girmek demek, Suriye’den Hatay’a girmek, oradan bir müddet sonra Kars’a gitmek, Kars’tan Tiflis’e, Tiflis’ten Tebriz’e gitmek demek.

Bir söyleşinizde, “Biz Goethe’yi de seviyoruz, Jane Austen’ıda. Ama Batılılar bizim Âşık Garip’imizi asla sevmeyecekler” diyorsunuz. Neden?
Avrupa, Amerika doğuya karşı bu kadar hınçla dolu değildi. 90’lı yıllarda ben bunu söylediğim zaman Eva de Vit-ray-Meyerovitch gibi bir Fransız hayattaydı. Mevlana’yı kendi şeyhi gibi bilirdi. Şimdiki Avrupa artık her Müslümanı terörist zanneden bir batı.

Eski İstanbul’a dair neler var hafızanızda?
Kurtuluş – Feriköy’de bir Çobanoğlu Sokağı vardır, Baruthane Caddesi üzerinde. O Çobanoğlu Sokağı’ndan aşağı doğru Kasımpaşa’ya kadar ulaşan bostanda, yemyeşil kabak, patlıcan, domates yetiştirilirdi. Bir bostan bitiyor, diğerine geçiliyordu. Kasımpaşa’ya kadar açıklıktı her yer. Biz iki katlı evin çok mütevazı ancak iki kişi yerde oturarak dışarıyı seyredebildiğimiz o dar küçük balkonunda babamla veya bazen de kardeşlerimle karşılıklı otururken panoramik resim olurdu karşımızda. Buna işte Sultanahmet Camii derdik, Topkapı Sarayı’nın kubbelerini görürdük. Biz camileri sırasıyla gitmeden çocuklukta görünüşünden öğrendik. En sağda da artık Çarşamba, Sultan Selim Camii vardı. Şimdi arada gökdelenler apartmanlar var… Bostanlar gitti. Eski İstanbul böyle bir İstanbul’du. 1957’de Göztepe Semti’nde iki katlı bir evin, gene ikinci kat balkonuna taşınmıştık. Hep o manzara sürecek zannediyorduk. Kardeşimle ben bu sefer o evin balkonundan karşıya doğru bakıyoruz. Üzerinde kar olan minyatür bir fujiyama gibi Kayış Dağı görünüyordu. Şimdi Kayış Dağı görünse bile o manzara yok. O zamanlar üstünde hafif kar, mavi bulutlar içinde bize bakardı. Şimdi Kayışdağı demek Yeditepe Üniversitesi’nin kampüsü demek, şehirleşti….

Yazı: Dilara Gülşah Azaplar / Foto: Yağız Karahan

*Bu yazı Marmara Life’ın Mayıs-Haziran 2018 sayısında yayımlanmıştır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s