Hayal gücüm Google görsellerde gördüğüm birkaç fotoğrafla sınırılı kalsa da İstanbul’u görmeyi hayatımın amaçları arasına sokmaya yetmişti. Daha önce İstanbul’a üç defa gelmiş olsam da her seferinde deneyimlerim farklı oldu. Hepsinde aynı gibi gözüken ama başka bir İstanbul’a geldim…
Dünyanın en büyüklerinden biri olan Atatürk Havalimanı’ndan dışarı adım attığınız andan itibaren Ege ve Marmara denizlerinden yayılan Akdeniz iklimini hissedebilirsiniz. O anda etrafınızdaki binlerce insan kaderlerini takip eder ve asla geri dönüp bakmazlar. Dünyanın başkentine giren çıkan milyonlarca kişinin arasında kaybolmuş biri olursunuz. Yine de doğup büyüdüğünüz şehirdeymişsiniz gibi hissedersiniz sadece devasa boyuttadır ve daha karmaşık, şoke edici düzeyde kan dondurucudur… İlk olarak Nisan 2015’te geldim İstanbul’a. O zaman bu şehir sadece Google Maps üzerinden baktığım bir haritaydı. Gelişimin en önemli nedenleri; Sultanahmet Camii, Ayasofya Camii, Yerebatan Sarnıcı, İstanbul Boğazı, Kapalı Çarşı gibi ünlü yerleri görmek ve iki kıtayı birbirine bağlayan köprüyü deneyimlemekti. Maltepe üniversitesi’nde bir kongre sırasında tanıştığım arkadaşlar ile kongreyi düzenleyenlerin planladığı ve şehrin en bilinen yerlerini kapsayan bir tur yaptık. Bundan yüzlerce yıl önce insanların dokunmuş olduğu anıtların duvarlarına dokunabiliyordum. Yerebatan Sarnıcı’nı ziyaret etmekse adeta film karelerinde yer almak gibiydi. Bunun haricinde Kapalı Çarşı bugün bile baharat kokularıyla yıkanmış yola dönme isteği uyandırıyordu bende, ayrıca ürünlerini tanıtmak için bağıran adamlar ve en iyisini seçmeniz için size yardım eden satıcıların bende bıraktığı anılar da cabası… İkinci gelişim daha farklıydı. İstanbul’u zaten biliyordum dolayısıyla kongre dikkatimi çekti. Bu defa terör saldırıları nedeniyle tur daha farklı olmuştu. Konferansı düzenleyenler Miniatürk’ü ziyaret etmemiz için bir gezi düzenlemişti, bu da ilham verici bir deneyimdi. Öte yandan Boğaz turu da bir macera olmuştu. Martıların gelip ekmek ve simit parçalarını kapıp uçup gidişlerini hala korkarak hatırlıyorum. Ekmeği kapıp ardından gidiyorlar sonra tekrar dönerek yeniden ekmek alıyorlardı. Şaşkınlık uyandırıcı bir olaydı.
Öte yandan İstanbul’a son ziyaretim tamamen farklı oldu. Arkadaşlarımla geldiğim için onları seyahat boyunca gezdirme sorumluluğunu üstlendim. Toplantıyı düzenleyenler havaalanında beni bekliyordu ve benimle birlikte tüm katılımcıları Avrasya Tüneli’nden diğer kıtadaki otele ulaştırdılar. Kongre sonrası İstanbul’da bir gün daha kalabilmek için Sultanahmet Camii yakınında bir otelde rezervasyon yaptırmıştık, ancak verilen adresteki oteli bulmak için gittiğimizde otelin yerinde duran turizm acentasıyla karşılaştık. Ardından kalacak yeni bir otel bulma arayışı başladı. Söylemeden geçemeyeceğim ki Priştine’de bir konferansta tanıştığım arkadaşım kalacak yer ve güzel bir yemek rezervasyonu konusunda yardımcı oldu. Daha sonra Taksim Meydanı’na gitmek için metroya bindik ve İstiklal Caddesi’nden aşağı yürümeye başladık, burası değişik açılardan ünlü bir yer. Dondurma satıcılarından, eğlence mekanları için bilet satan insanlara, sokakta yaşayanlardan, aile restoranlarına ve çocuklar için cafcaflı oyuncaklar satan dükkanlara kadar bu caddede seçenekler sayısızdı. Galata Kulesi çevresinde harika resimler çektikten sonra, İstiklal’den devam edip Süleymaniye Camii’ne doğru yürümeye devam ederken bir yandan yağmur çiseliyordu. Otele döndüğümüzde artık Kosova’ya dönüş yolculuğuna hazırdık, sabah olabildiğince farklı toplu taşıma seçeneklerini kullanarak havaalanına gittik. İstanbul çok düzenli bir toplu taşıma ağına sahip ve kaybolmanız neredeyse imkansız. Her ne kadar buraya üç kere gelmiş olsam da yine gelmek isterim. Hiçbir nedeniniz olmasa bile insanlara gösterdikleri muhteşem misafirperverlik bu şehri görülmeye değer kılıyor.
Yazı: Besnik B. Avdiaj
*Bu yazı Marmara Life’ın Mayıs-Haziran 2018 sayısında yayımlanmıştır.