Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahâdır
Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yektâdır iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır
(Nedîm’in İstanbul Kasidesi)
“Bu İstanbul şehri eşsiz bir kıymettir, paha biçilmezdir
Tek bir taşı tüm Acem mülkü kadar değerlidir
İki deniz arasında tek parça bir cevher
Cihana ışık saçan güneşle tartılsa ona revadır”.
“Türk edebiyatında ekseriyetle hikâye ve tiyatro yazınında eserler kaleme almış olan Haldun Taner’in edebiyat evreninde estetik ve samimi dil, sıra dışı konular, güçlü yapı ve kurgu düzeni yanı sıra kültürel ve entelektüel derinlik de önemli bir yer tutmaktadır. Yazarın edebiyat kariyerinde ulaştığı başarı; geleneksel yapı ile modern hayatı iç içe yaşayarak büyüdüğü İstanbul’un Bebek, Beylerbeyi, Saraçhanebaşı gibi tarihi semtlerinden beslenen geçmişinde gizlidir.”
İstanbul’u en güzel, en tutkulu anlatan şairlerin, yazarların, sanatçıların birçoğunun İstanbullu olmayışı hoş bir ironi midir, yoksa geç bulunanın kıymetinin bilinmesi midir? Bu muammayı çözmek kolay olmasa gerek. Örneğin Türk resim sanatının en önemli temsilcilerinden sayılan ve 1914 Kuşağı olarak anılan ekole adını veren, İstanbul’un renklerini tablolarına en estetik biçimde yansıtmış ressamların başında gelen İbrahim Çallı… Soyadından da anlaşılacağı üzere Denizli’nin Çal ilçesinde doğmuş, İstanbul’a ancak on yedi, on sekiz yaşlarında gelebilmiştir. Eski İstanbul deyince akla ilk gelen o tılsımlı dizelerin sahibi Yahya Kemal ise Üsküplüdür. “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul / Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer / Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul / Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer…” dediği cihan şehri İstanbul’u tıpkı Çallı gibi ancak gençlik yıllarında ilk defa görebilmiştir.
Hele adı anıldığında fonda bir İstanbul silüeti beliren ve uzaklardan âdeta Münir Nurettin ezgileri duyulan dev gibi hikâyeci Sait Faik Abasıyanık… Şehzadebaşı’ndan Bâb-ı Âli’ye, Alemdağ’dan Beyoğlu’na, Galata’ya ve Yüksek Kaldırım’a kadar hikâyelerinin dokunmadığı İstanbul semti yok gibidir. Birkaç hikâyesini dahi okumuşsanız muharririn sergüzeştlerinin şehrin dört bir yanından ses verdiğini işitirsiniz. Unutmadan bir de adı Sait Faik ile anılan İstanbul’un Prens Adaları’nın en güzeli Burgazada vardır ki yazarın unutulmaz hikâyelerini yazdığı evi burada müzeye dönüştürülmüştür ve Sait Faik okurlarının ilgisine mazhar olmaktadır. İstanbul ile bu denli hemhâl olmuş Sait Faik’in Adapazarlı oluşu başta söylediğimiz ironinin zirvesi gibidir. Bu örnekler sürüp giderken “Bir şehri tutkuyla seven sanatçıların genellikle o şehirli olmaması” tezinin tam genellemeye dönüşeceği esnada akla Türk edebiyatının dev ismi Haldun Taner gelir. Karşıt önerme olarak dimdik ayakta durur âdeta. Yazar, İstanbullu bir ailenin İstanbul’da doğmuş, büyümüş, ahir ömrünü İstanbul’da geçirmiş ve bu kadim şehre âşık olmuş bir üyesidir. Nüfus kayıtlarında doğum yeri ve tarihi bilgisi tam olarak şöyle belirtilmiştir: Üsküdar kazası, Beylerbeyi nahiyesi, Abdullahköyü mahallesi, 16 Mart 1915.
Çocukluk Edebiyatçının Arkabahçesidir
Babası Ahmet Selâhaddin Bey, devletlerarası hukuk profesörü ve fakülte dekanıdır. İşgal altındaki İstanbul’da mitinglere katılan, Millî Mücadele döneminde gazetelerde yazılar kaleme alan bir Osmanlı münevveridir. Haldun Taner, “Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil” isimli kitabında yer alan detaylı ve duygusal bir dille anlattığı Ahmet Selâhaddin’in kısa ve zorlu hayat hikâyesini “Öldüğünde 42 yaşındadır ve cebinden yalnız yetmiş beş kuruş çıkmıştır. Bütün bunları nereden mi biliyorum? Kendisi babamdır da ondan…” cümlesiyle tamamlar.
Annesi Seza Hanım ve babası Ahmet Selâhaddin Bey’in aileleri en eski İstanbul muhitlerinden sayılan Beylerbeyi’nde komşudur. Mutlu bir aile ortamı içinde Bebek Bahçesi’ne bakan, ahşap beyaz bir evde geçen çocukluk yılları, babası Ahmet Selâhaddin Bey’in ani ölümüyle bozulur. Haldun Bey, babasını yitirdiğinde beş yaşındadır. Annesiyle birlikte dedesi Matbaacı Hamit Bey’in Saraçhanebaşı’ndaki konağına taşınırlar. Dede, nine, dört dayı, teyze ve anne ile geçen çocukluk yılları, her ne kadar baba imajından mahrum olsa da oldukça zengin hayat tecrübelerine de imkân tanır. Teyzesinden okuma-yazma, bir dayısından yoga, bir başka dayısından Fransızca öğrenerek; dedesinin engin kültür birikiminden faydalanarak büyür. Küçük ve çekirdek aileden, üç kuşağın bir arada yaşadığı eski İstanbul semtlerinde, eski konaklarda ikamet edilen geniş aile ortamına geçmek Haldun Taner’in kadim İstanbul hayatıyla modern zamanları yan yana görebilmesine, zengin bir kültürel yaşama yakından tanıklık etmesine vesile olmuştur. Yazarla gerçekleştirilmiş çeşitli mülakatlarda ya da çocukluğuyla ilgili kaleme aldığı yazılarında İstanbul semtlerine bir hayli değindiği dikkat çeker. Boğazın her iki yakasındaki eski İstanbul semtlerinden, Beylerbeyi, Saraçhanebaşı, Bebek, Moda ve bu kültür dairesi içinde kendini çok yönlü olarak geliştiren aile üyelerinden sıkça söz açan Taner’e göre; eğitim ve öğretimin sıkıcılığından uzak, kendiliğinden edinilen bu eğlenceli tedrisat, kadim İstanbul semtlerinde büyüyen yetim bir çocuğu içine düşebileceği karamsar dünyadan korumuş, kollamıştır.
İstanbul’u ve Edebiyatı Sevmek
Kışları dedesi Matbaacı Hamit Bey’in Saraçhanebaşı’ndaki konağında, yaz aylarında ise bazen Maltepe’de babasının dayı evinde bazen de Büyükada’daki yazlıkta yaşarlar. Taner, Galatasaray Lisesi’ni tamamlamış, akabinde Hidemat-ı Vataniye Kanunu (vatana hizmet ederken ölen ya da sakat kalanların kendilerine ve geride kalanlara, hizmetlerine karşılık sunulan devlet yardımı) kapsamında eğitimine yurt dışında Heidelberg Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (Almanya) devam etmesine karar verilmiştir. Buradaki üçüncü yılın sonlarına doğru tüberküloza yakalanır ve İstanbul’una geri döner. Önce Erenköy’de bir sanatoryumda başlayan, ardından evde devam eden uzun tedavi ve nekahet dönemi Taner’in eğitim hayatını olduğu kadar sosyal yaşamını da durdurmuştur. Taner’in elini kolunu bağlayan bu dört yıllık nekahet döneminin tek kazancı, okuduğu yüzlerce kitap ve yeni yeni başlayan yazarlık denemeleridir. Yazar, ayrı kaldığı İstanbul’u yeniden severek iyileşir. Ayrıca artık Şehr-i İstanbul’u layık olduğu gibi latif bir üslupla anlatabilecek bir uğraş da bulmuştur. Edebiyat… Bundan sonra her fırsatta İstanbul’u ve İstanbulluları anlatacaktır. Şehrin her mevsimini, günün her saatini yazmak onda bir tutkuya dönüşür. Tıpkı Moda’daki evinin balkonundan uzun uzun bakıp yazdığı İstanbul’un tasvirlerini okuduğumuz “Yalıda Sabah” hikâyesindeki gibi.
“Sabahın bu ilk saatleri benim saltanatım. Kırk elli dakika da sürse, bu krallığımın her ânını yudum yudum tadarım. Böyle bir tiryakiliğimiz var, yaz kış yataktan beşte fırlamak gerek, sabahı herkesten önce yakalamak için.” (Haldun Taner, Yalıda Sabah)
NOTLAR:
“İstanbul’a Veda”
Haldun Taner, zamanın ruhuna ve mekânın büyüsüne kaptırır kendini. Yazdığı her hikâyesinde, her piyesinde; yarattığı her kahramanına önce insan olmanın, daha doğrusu iyi insan olmanın yollarını gösterir. Bir insanı sever gibi bir şehrin de nasıl sevilebileceğini okuruz metinlerinde. Kimi zaman Şişhane’ye yağmur yağarken anlatır hikâyelerini, kimi zaman Salacak’tan hareket eden şehir hatları vapurunun bordasında. Ta ki 1986 senesinin 7 Mayıs sabahına kadar… O sabah Haldun Taner dünya gözüyle son kez görür İstanbul’unu. İnsan sevgisiyle dolu kalbi tıpkı bir hikâyesinde anlattığı usulca duran saatin tik takları gibi susuverir. O günden beri çok sevdiği Beylerbeyi’ndeki Küplüce Mezarlığı’ndan gönül gözüyle seyreyler Şehr-i İstanbul’u. Edebiyatımızın beyefendisi Haldun Taner’in alametifarikası olan o güzel ifadesinde son buluyor naçizane sözlerimiz. “Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil”
İstanbul’a Bakmak
“İstanbul’a kaç çeşit bakılır? Herkes ona kendi penceresinden bakar. Üstelik herkesin sevdiği ayrı bir yer vardır. Alerjisi olan yerler de vardır. Örneğin Sait Faik, Çamlıca’yı ve Suadiye’yi nedense hiç sevmezdi. Abdülhak Şinasi ise Boğaz’ın olduğu gibi Çamlıca’nın da tutkunu idi. Fikret, Rumelihisarı’nın tepelerini severmiş. Ahmet Vefik Paşa da öyle. Sanatçı olmaya gerek yok, herkes, hepimiz kendi anılarımızı saklayan semtlere iltimas ederiz.”
(Haldun Taner’in, “Çok Güzelsin Gitme Dur” adlı kitabından)
“Geçende hesapladım. Bu sihirli kentin tam yirmi semtinde oturmuşum zaman zaman. Bir sevgilinin kolunu, boynunu, yüzünü, bileklerini, ellerini ayrı ayrı sever gibi. Beylerbeyi, Üsküdar, Bebek, Gedikpaşa, Cağaloğlu, Saraçhanebaşı, Büyükada, Maltepe, Yeşilköy, Osmanbey, Şişli, Feneryolu, Göztepe, Çiftehavuzlar, Erenköy, Cevizli, Küçükyalı, Bahariye, Moda, Mühürdar yaşamımın yıllarını, yaşantılarını paylaşan yerler. Bir de bunlara Beyoğlu’nun göbeğinde yatılı okulda geçirdiğim on iki yılı eklemek gerek.”
(Haldun Taner’in, “Çok Güzelsin Gitme Dur” adlı kitabından)
Haldun Taner’e
Baktım sana Yahya gibi
Teşvikiye’den
Kimler seni etmiş olmalı ki teşvik
Küplüce’ye (taa) gidiyordun…
Yürüyordun aramızda
Yürüyordun aramızdan…
Giderayak
Sen belki de
İnsan Haldun
Çok bi güzel
Çok bi güzel
Çok bi güzel
Yepyeni bir İstanbuldun…
Can YÜCEL
Yazan: Necati Bulut
*Bu yazı Marmara Life 2019 / Mayıs-Haziran sayısında yayımlanmıştır.