TUNUSLU DÜŞÜNÜR İBN-İ HALDUN, “COĞRAFYA KADERDİR” DER. BİZİM KADERİMİZİ BELİRLEYEN İSE İKİ FARKLI COĞRAFYADAN BAŞLAYAN YOLCULUKLARIMIZ…
İki kadın, iki farklı hikâye ve bir ortak girişim… Yaşam, çok büyülü bir serüven. Çoğunlukla onu kendi ellerimizle biçimlendirdiğimizi düşünürüz. İşin aslı, kontrolümüz dışındaki birçok etken hayatın akışını her an değiştirebiliyor. Ufak temaslar, önemsiz zannettiğimiz tesadüfler yaşamımızda yepyeni pencereler açabiliyor. Örneğin seneler önce hayatımızın bizi bu noktalara getireceğini tahmin bile edemezdik. Tunuslu düşünür İbn-i Haldun, “Coğrafya kaderdir.” der. Bizim kaderimizi belirleyen ise iki farklı coğrafyadan başlayan yolculuklarımız… Hayatlarımızın dönüm noktalarında yollarımızın kesişmesinin ne kadar büyük bir şans olduğunu anlatmaya, konuşabildiğimiz birçok dilin yetersiz kalacağı kesin. Öncelikle Türkiye’deki maceramızın nasıl başladığını ve buradaki yaşam hakkında neler düşündüğümüzü sizlere aktarmak isteriz.
Benim adım Manuela Kaltenegger Görgü
Avusturyalıyım. Salzburg kentinin bir köyünde doğdum ve aynı şehirde psikoloji eğitimi gördüm. İş hayatım, aldığım eğitimden farklı bir yol izledi. Genellikle ticari şirketlerin marketing (pazarlama) bölümlerinde görev aldım. Avusturya’da “Fair Trade” (Adil Ticaret) şirketinde çalıştım. Fair Trade şirketler -belki biliyorsunuzdur- dünyanın her köşesinde kooperatiflerle çalışır ve onların ürünlerini pazarlarlar. İş hayatım böyle devam ederken bir yandan da akademik eğitimimin bir parçası olan master tezimin içeriğini belirleme ve yazma aşamasına gelmiştim. İlgi alanlarımı bu tezin konusu olarak seçmeye karar verdim. Göçmen kadınlarla ilgili bir tez yazmalıydım. Ben de Türk göçmen kadınları tez konusu yapmaya karar verdim. Ama ne yazık ki Türkçem yoktu. O yüzden İstanbul’a geldim ve iki ay süreyle bir Türkçe kursuna devam ettim. Bu dönemde yine ufak temaslar, önemsiz zannettiğimiz tesadüfler iş başında olacak ki İstanbul’da eşimle tanıştım. Ve Türkiye ile bağlarımı gönül düğümleri ile atmaya başladım.
Devamında tez çalışmam dolayısıyla iki sene boyunca Türkiye’ye oldukça sık gelip gittim. Bir sene boyunca da Ankara’daki gecekondularda saha araştırmaları yaptım. Bu süreçte Türkiye’yi o kadar çok gezdim ki akademik çalışmalarım Anadolu kültürüyle bağlarımı kuvvetlendirdi. Örneğin çok sıcak geçen bir yaz boyu Gaziantep’te kaldım. Gerçekten benim için çok önemli bir tecrübeydi. Tez çalışmam boyunca duygusal bağlarımın kuvvetlendiği bu ülkede yaşamak düşüncesi giderek ağır basmaya başladı ve tezimi bitirince kararımı bu yönde verip Türkiye’ye yerleştim. Bu karar, dışarıdan bakıldığında algılanabileceği gibi zor bir tercih olmadı benim için. Avusturya’daki yabancılara karşı sahip olunan genel düşünceler ve iş imkânları bizi Türkiye’ye yönlendirdi. Hayatımla ilgili başladığım bu yeni serüvenin tatlı bir heyecanı da vardı. Bu güzel ülkede sosyal anlamda farklı çalışmalar yapabilirim diye düşündüm. Avusturya’daki
sosyal hayatın kurallarının çok net ve bu yönüyle oldukça sıkıcı olması, hayatımın düz bir hat üzerinde monoton bir çizgide ilerlemesine neden oluyordu. Bu rutine alışık olan ruhum Türkiye’de çok farklı, heyecanlı ve hareketli bir yaşamı sevip benimseyiverdi. Bu değişim bende dünyaya farklı pencerelerden bakabilme yeteneği oluşturdu. Örneğin buradan bakıldığında Avrupa ve Avusturya belli bir cazibesi olan, imkanları bol coğrafyalar, kültürler gibi görünse de kendi içinde oldukça dezavantajları olan belki de insana hayal kırıklığı yaşatabilecek yönleri bulunan yerler.
Benim adım Dorothea Atalay
Almanya’nın Trier kentinde doğdum. Ben bir öğretmenim ve eğitimimi tamamladıktan sonra Almanya’da Aachen’de bir ortaokulda çalıştım. Eşimle tanıştım ve 1985 yılında İstanbul’a yerleştim. Ardından Adana’da daha sonra da Ankara’da yaşamaya başladım. Türkiye’ye geldiğim zamanları düşününce aynı dönemde Türklerin akın akın Almanya’ya göç ettiğini anımsıyorum. Yani benimki bir bakıma “tersine göç” hikâyesi… Ben buraya yerleşmeyi seçtim, çalıştım, yuvamı burada kurdum. Türkler içten oldukları kadar çok da meraklı insanlar; ilk sordukları hep “Türkiye mi güzel, Almanya mı?” sorusu oluyordu. Bunun cevabı benim için çok kolay aslında: “Dünyanın en güzel yeri, insanın mutlu olduğu yerdir.”
Ege, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarını gezip görme fırsatım oldu. Van ve İç Anadolu Bölgesi’ni de gördüm. Bu seyahatlerimde Türkiye’de çok çeşitli ve güzel el işleri olduğunu fark ettim. Bunlar geleneksel el işleriydi ve kültürün geçmişle olan bağları bu faaliyetlerle çok güzel bir şekilde korunuyordu. Bölgelere göre farklılık gösteren bu el sanatlarından çok ama çok etkilendim. Bu zenginlik bizim kurduğumuz “Eldoku” için çok önemli bir altyapı oluşturdu.
İkimiz de uzun yıllardır aynı şehirde oturduğumuz halde, yollarımız ancak altı sene önce kesişti. Ama karşılaşmamız çok iyi bir zamanlamada gerçekleşti. Her ikimizin de bu topraklara dair izlenimlerimizi, yaşadığımız tecrübeleri Avrupalı köklerimizle harmanlayarak farklı bir eyleme aktarmak istediği bir dönemdi. Bu düşüncelerimiz bizi 5 yıl önce bir kooperatif kurma niyetine yönlendirdi. Ama bunu hayata geçiremedik. Avusturya’da bu konuyla ilgili edindiğim tecrübeler ve kooperatifleşme hakkındaki hayallerim, buradaki kooperatiflerin yapısı ile örtüşmedi maalesef. Sistemin hiyerarşisi düşüncelerimizi hayata geçirmemize imkân vermiyordu. O yüzden bir sosyal girişim kurmaya yöneldik. Ve inanın, bu şekilde kadınlara daha çok destek verdiğimizi gördük. Eldoku’nun kuruluşunun ve gelişmesinin macerası böyle gerçekleşti. Tüm bu maceralı süreç boyunca Türkiye’nin hemen hemen her tarafını gezerek keşfetmeye çalıştık, belki de bu sayede Türkiye’yi kendi ülkelerimizden daha fazla tanımış olduk. Çünkü burada gezmek hem çok kolay hem de insana inanılmaz tecrübeler sunuyor. Her yörenin insanı, coğrafyası, kültürel yapısı birbirinden farklı ve derinlikli. Anadolu’ya gerçekleştirdiğimiz her seyahatimizde farklı tecrübeler ve muhteşem izlenimlerle dönüyoruz Ankara’ya. Ankara ise ailece yaşadığımız, artık yuvamız diye hissettiğimiz şehir.
Eldoku bir sosyal girişimdir. Eğitimimiz ve tecrübemiz, hayallerimiz ile karışınca üretken ve farklılık yaratan Eldoku markası doğdu. Üretimlerimiz ile geleneksel Türk el işlerini modernize ederek bir nevi modern yaşam tarzına uygun hale getirerek Türk kadınının el becerisini ve el emeğini daha değerli kılabilmek, bunun yanı sıra ortak üretim ve satış kanalları arayışı için elimizden geleni yapmak istiyoruz. Bunu yaparken de sosyal ve adil bir ticaret vizyonu ile hareket ediyoruz. Yerel malzemeleri ve el emeğini değerlendirerek doğal ve çevre dostu ürünler üretmek ve onları yurt içine ve yurt dışına pazarlamak hedeflerimiz arasında. Eldoku sayesinde Türkiye ile olan bağımız daha da güçlendi ve farklılaştı. Bütün üreticilerimizle -kadın, erkek veya kooperatiflerle- öğreniyoruz ve beraber gelişiyoruz. Ve en önemlisi paylaşıyoruz. Duygularımız, yaşantılarımız, hüzünlü ve mutlu günlerimiz ortak bir platformda bir araya geliyor. Bu da bizim buraya gerçekten yerleştiğimizin, aile dışında da bireysel bir hayatımızın ve kimliğimizin olduğunun ve Türkiye’de sadece yabancı olarak kalmadığımızın bir kanıtıdır.
NOT:
“Hayatımın şu anından geriye doğru dönüp baktığımda zamanımın büyük bir bölümü burada yani Türkiye’de geçirdiğimi görüyorum. Her ne kadar burası benim memleketim değilse de Avusturya da artık bana uzak geliyor. Ve görüyorum ki hayat düz bir çizgi üzerinde yaşanmıyor. Mutluluklar, mutsuzluklar, umutlar, hayal kırıklıkları hep iç içe… Zaman anı yaşayarak güzelleşiyor. Her zaman söylendiği gibi “Hayallerinin peşinden koş ama şimdiyi yaşa!” Aslında Türkler bu felsefeye çok yakın yaşıyorlar.”
“Avusturya’dan henüz geldiğim dönemlerde açıkçası Türkiye hakkında çok fazla bilgim yoktu. Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” şiirini ve Yaşar Kemal’ in Almancaya çevrilen bazı kitaplarını okumuştum o kadar. Tabii bir de Ruhi Su vardı bildiğim. Nedense, bu ağır ve hüzünlü müzikte garip bir çekicilik hissederdim. Şimdi o günleri düşünüyorum da İstanbul’a ilk adım attığım zamanları yani, kendimi o dönemlerde bile bir yabancı gibi hissetmediğimi söyleyebilirim. Şehrin insana, aidiyet hissi veren garip bir büyüsü vardı.”
Türkler içten oldukları kadar çok da meraklı insanlar; ilk sordukları hep “Türkiye mi güzel, Almanya mı?” sorusu oluyordu. Bunun cevabı benim için çok kolay aslında: “Dünyanın en güzel yeri, insanın mutlu olduğu yerdir.”
Yazan: Manuela Kaltenegger Görgü- Dorothea Atalay
Fotoğraf: S. Bahar Alban
*Bu yazı Marmara Life 2019 / Mart-Nisan sayısında yayımlanmıştır.