Ülkemizde yumuşak sesi ve çağdaş yorumu ile caz müziğin temsilcilerinden Asena Akan, çocukluğundan itibaren ilgi duyduğu müziğe, 5 yaşında İstanbul Belediye Konservatuvarı Keman Bölümünde başladı. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvar Opera Bölümünde yarı zamanlı eğitim aldı. Müzik tutkusunun yanı sıra insan davranışlarına da ilgi duyan Akan, bu alandaki akademik eğitimini İstanbul Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık Bölümü lisans ve yüksek lisans programlarında tamamladı. On yılı aşkın süredir, ‘müziğin iyileştirici/dönüştürücü gücünü’ hayatıyla bütünleştiren Asena Akan, “İstanbul’un İzleri” ve “Golden Heart” isimli iki albümün ardından dâhil olduğu “İstanbul’dan” adlı grup çalışması ile müzikal yolculuğuna caz vokal, beste çalışmaları ve sahne performansları ile devam ediyor.
Okuyucularımıza kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Asena Akan kimdir?
Kendimi beş yaşından beri ses çıkarmaya çalışan birisi olarak tanımlıyorum. Ve hâlâ o yaşlarımdaki hâlimi özlüyor, müzik atölyelerimde o doğal seslere ihtiyaç duyuyorum. Müziğe dair tutkum beş yaşında tüm sesleri tekrar etmem yüzünden ailemin ‘Bu çocuğu doktora mı, konservatuvara mı götürsek?’ arayışlarıyla başladı. İstanbul Belediye Konservatuarı Keman Bölümüne girdim. Oradaki eğitimciler bana kemanı uygun gördü ama ben bir türlü kemana alışamadım. Beş yıl boyunca kemanla uyumlanmaya çalıştım ama bir türlü olmadı. Aslında piyanodan hoşlanıyordum. Epey zorlanınca konservatuvarı bıraktım fakat müziği bırakmadım. Çocukluğumdan beri müzik dinlerken öncelikle bas ve davula kulak kesilirim. Hatta enstrümantal müziği çok severim. On beş yıl önce bir bas gitar almıştım. Beş yıl önce, ‘Artık bunu çalacağım.’ diyerek enstrümanımla iletişimimi hızlandırdım. Kısacası ben İstanbul’da doğup büyümüş, müzikten kopamayan bir İstanbul âşığıyım. Müzik, İstanbul ve ben bir bütün gibiyiz.
SES OLMAK
Akademik kariyerinize değil müziğe olan tutkunuza yönelmeyi tercih etmişsiniz. Fakat her iki deneyiminizi harmanlamayı başardığınız “Ses Olmak” adlı atölye çalışmalarınız var.
Evet, yaptığım bütün işler birbirini destekliyor. Çünkü İstanbul’un farklı köşelerine girmek ya da Türkiye’de farklı coğrafyalara gitmek, bütün bunlar bir diğerini besleyen şeyler. İnsanlara dokunmak, yaşamlardan bir şeyler öğrenmek, fikir ve duygu alışverişi çok ilham verici. Bunu müzik aracılığı ile yapmak çok güzel, bir yandan söylediğim psikolojik danışmanlık öğretisinin bana verdiği birtakım bilgilerden yararlanarak atölyeler de yapıyorum. Geçmişte bazı seminerlerim oluyordu, birebir psikolojik danışmanlık da yapıyordum. Onları artık neden müzik aracılığı ile yapmıyorum diyerek kısaca “Ses Olmak” adını verdiğim, farklı özellikteki gruplarla kendini ifade, duyguları dönüştürme, yaratıcık ve ilham benzeri kavramları ele aldığımız müzik çalışmaları tasarlıyorum. Ses olmanın felsefesinin gelişimi ise ayrı bir hikâyedir. Bence herkes farklı bir enstrüman olarak dünyaya gelir, bu potansiyelleri nasıl kullandığınız da aslında sizi özgün kılar. Bu nedenle iletişimi çok önemsiyorum; konser verirken de aynı şeyler geçerli, atölyelerde de. Aslında hayatın her alanında bunun böyle olduğunu fark ettim. Öfkeli misin, ruh halin nasıl, eşine, çocuğuna, sevgiline, arkadaşına diğer kişilere bu durum nasıl yansıyor? Müzikle hayatın içindeki tüm bu süreçler arası paralellikleri kurdukça çalışmalar güçleniyor. Herkes farklı bir enstrüman olduğu için de farklı atölyeler oluyor, hiçbir atölye birbirine benzemiyor.
Peki, dilinizden düşüremediğiniz İstanbul, müzik hayatınızda nasıl bir etki yarattı?
Yaptığım tüm çalışmalarda İstanbul’un etkisi oluyor. Şehrin kendimle özdeşleştirdiğim tarafları var. Doğuştan herkesin altın bir kalple dünyaya geldiğine inanıyorum. Sonradan yaşantıların etkisiyle birtakım bozulmalar olabiliyor; ben buna bir nevi ‘akort bozulması’ diyorum. Biz bir şekilde direniyoruz, değişiyoruz, öğreniyoruz, devam ediyoruz. İstanbul’un da hırpalandığına ve bozulduğuna şahit oluyorsunuz. Sonra bir anda Galata Kulesi’ni bir köşeden görüyor, denizin sesini işitiyorsunuz. Bu durum yaşama sevinci veriyor bana. Yani ‘Benim İstanbul’um’ diye bir şey var aslında. Çünkü İstanbul’un diğer yüzüne de yabancı değilim. Müzisyenliğin yanında psikolojik danışmanlık geçmişi olan birisiyim. Üniversitede psikolojik danışmanlık okudum ve ilk mesleğim akademisyenlikti. O yüzden sosyal hizmet yanım çok güçlüdür. Yani sadece kendi yaşadığım yer ile sınırlı değil İstanbul. Çok daha farklı noktalarına girip çıkıyorum. Sadece İstanbul değil Türkiye genelinde yaptığım hem müzik hem de atölye çalışmalarıyla farklı noktalara ve kişilere ulaşabiliyorum.
Çocukların korumakta güçlük çektiğimiz İstanbul’u sevmesi ve tanıması için neler yapılabilir, bunun üzerine düşündünüz mü?
Çocuklar aslında çok öğreticidirler. Öğrenmek isteyen için bir nevi her şey öğretmen. Benim de kızım var, adı Sofya. Sofya’dan çok şey öğrendim. Birçok şeyi birlikte keşfettik. İstanbul’un keyif aldığım noktalarına beraber yürüyüp, beraber keşfe çıktık. O önce bana, yaşamıma, yürümelerime uyum sağladı. Sonrasında gideceğimiz yeri o seçti, ben takip ettim. Hatta bir ara “Biz niye alışveriş merkezine gitmiyoruz?” diye düşündük. Çünkü ben kızıma gerçek İstanbul’u tanıtmak istemiştim. Gerçi ben başka bir şehirde doğsaydım bile doğduğum o şehre âşık olabilirdim. Şehir olgusu çok farklı bir kavram. İnsanın İstanbul gibi kozmopolit bir şehirde bir araya gelip birlikte bir şeyler yaptığı ya da birbirlerine teğet geçtiği bir enerji var. İstanbul’a çok âşığım ama benim için gittiğim yerlerin havasına kapılmak da çok zor olmuyor. Bu keşif ve merak duygusu ile alakalı. Çocuklarımıza saklı değerleri keşfetmenin ve onu korumanın hazzını tattırmalıyız, tabii ki bunu onlar da istemeli.
“CAZ DEMOKRATİK BİR MÜZİK”
Müzik kariyerinize geri dönersek, caz üzerine neler söylemek istersiniz?
Cazın beni en çok etkileyen yanı demokratik bir müzik olması. İçerisinde farklı sesleri, farklı renkleri barındırıyor olması. Her enstrümanın zaman zaman liderlik, zaman zaman eşlikçi konumda olarak rol değişimleriyle kendini ifade etmesi. Bunlar beni çok etkiliyor. Hayat felsefeme çok yakın buluyorum. Çocukluğumdan bu yana ayrımcılığa karşı içimde bir hassasiyet var. Caz da bu arayışta bana yol gösteriyor. Dokunmaya çalıştığım hayatlar var, oralarda da model olarak gösterebiliyorum. Caz benim için çok iyi bir öğretmen. Şarkı söylemek ilham veren, genç ve dinç tutan bir şey. Müziğin herhangi bir yerinde durmak aslında bana bunları yaşatıyor. Müzikle birlikte öğreten ve öğrenen konumların içerisindeyiz. Hayatıma eşlik etmesinden çok mutlu olduğum müziğin herkesin hayatına da bir şekilde eşlik etmesinden yanayım. İstanbul’un İzleri albümüm ilk göz ağrım… Üç yıllık bir süreç sonunda doğdu. Bu albüme çok değerli müzisyenlerin katkısı oldu. Golden Heart İngilizce bestelerin ortaya çıkışıyla bir araya geldi. Sonradan bu albümden bazı parçaları Türkçe yorumladığım ‘Parçalar’ adlı EP ve daha farklı duygularla bestelediğim “Suya Yazdım” isimli single yayımlandı. Şimdilerde ise dâhil olmaktan keyif aldığım “İstanbul’dan” adlı bir grubumuz var.
“İstanbul’dan” grubu nasıl doğdu?
Üzerinde yaşadığımız toprakları anlayabilmek ve dokunabilmek için Anadolu kültürüne ait türküleri kendi dilimizle yorumladığımız “İstanbul’dan”ın fikir annesi Ayca Daştan’dır. Ayca ile uzun yıllara dayanan müzikal iş birliğimiz vardı. Bundan üç dört yıl evvel bu güzel projeyi anlatınca ben de dâhil oldum. Projedeki türkü düzenlemeleri kendisine ait. Grupta piyanoyu Ayca Daştan, davul ve perküsif enstrümanları da sonradan ekibe dâhil olan sevgili Nihal Saruhanlı çalıyor. Vokalde ve basta da ben varım. Her alanda olduğu gibi müzikte de iyi bir şeyler ortaya koyabilmek için emek ve zaman harcamak gerekiyor. Biz de çok disiplinli ciddi şekilde “İstanbul’dan” üzerinde çalıştık. Bunun başta bir kadın projesi olacağını düşünmemiştik ama öyle gelişti.
Müzisyenliğin keyfine vardığım bir proje bu. En çok samimiyetinden etkileniyorum “İstanbuldan’ın”. Başlarken “Biz burada büyüdük, Batı müziğini de öğrendik, haydi ikisini birleştirip bir şeyler yapalım.” gayesiyle yola çıkmadık. Böyle olsa beni bu derece etkilemezdi. Duyguların ön planda olduğu, organik bir süreç gelişti. Önce türkülerin hikâyelerinden etkilendik, sonra onlar bizim kendi hikâyelerimizle birleşti. Ayca’nın düzenlemeleri ile türküleri yeniden içselleştiriyoruz; sonra sahnede o anki ruh hâlimizle, doğaçlamalarla yeniden yorumluyoruz. Benim için projeyi özgün kılan bu. Albüm yeni çıktı. Dijital platformlarda da var. Amacımız müziği ve hikâyelerini bu dönem insanı ile buluşturmak. Kendi enerjimiz ve duygularımızı katarak sunmak.
Müzikte sürekli ‘öne çıkma’ gibi bir ihtiyaç hiç hissetmedim, hissetmiyorum. Daha ziyade, enstrümanların birlikte uyumla yükselip alçaldığı; zaman zaman bazı enstrümanların öne çıkıp kendini ifade edebildiği, herkesin kendi sesi ve rengiyle değer görüp diyalog geliştirdiği, demokratik bir müziğin parçası olmak arzusu bendeki. Ülkemizde yeni şeyler duymak isteyen, farklı seslere açık, cesur, meraklı ve azımsanmayacak bir kitle var. İlk albümüm ‘İstanbul’un İzleri’, hiçbir tanıtım çalışması yapmamış olmama rağmen beni bu güzel kalplerle buluşturdu.
Müziğin iyileştirici gücünden bahsettik, bir de müziğin birleştirici gücü var. Artık dünyada insanların ayrıştığı, duygularını net ve sansürsüz ifade edemediği gerçeğini göz önünde bulundurursak bu anlamda müziğin etkisine dair neler söylemek istersiniz?
Son dönemde okuduğum bir kitabın konusu olan, Japonların uzun ve mutlu yaşam sırrı diye nitelenen “IKIGAI” kavramı, ‘Sabah yataktan fırlarcasına kalkmanıza neden olan hayat gayeniz nedir?’ sorusunu sorgulatıyor. Beni sabahları motivasyonla uyandıran gayem, müziğin birleştirici ve iyileştirici gücünden kendim ve olabildiğince çok sayıda ve farklı özellikte insanın faydalanmasını sağlamak. Bu yüzden “Ses Olmak” atölyelerini gerçekleştiriyorum. Ayrıca ‘çocukların temel haklarına erişmeleri için ürün ve hizmet geliştiren’ Önemsiyoruz Derneği’nin de bir parçasıyım. Orada Ceza İnfaz Kurumlarında çocuğu olan annelere ‘Anne-Çocuk Gelişim Rehberliği’ programını uyguluyoruz. Ayrıca kurum çalışanlarına yönelik ‘Eğitici Eğitimleri’ düzenliyoruz. Ve hep birlikte müziğin iyileştirici gücünden faydalanıyoruz. Gerçekte birisi/birileri için onu sadece dinlemeniz, anladığınızı hissettirmeniz, iletişim kurmanız çok önemli. Yapılan en ufak şeylerin bile bir anlamı ve faydası var. Ama tüm yöntemler içinde müzik bence en hızlı, en dolaysız ve en etkili olanı. Yargısız ve kucaklayıcı doğasıyla aslında kişileri de aradan çıkaran pozitif bir ortam sağlıyor. Müzik, hastalıkların tedavisinde yüzyıllardır şifa yolu olan, günümüzde de bilimsel ve kanıta dayalı prensiplerle bir terapi yöntemi olarak kullanılan bir araç. Bu yeni keşfedilen bir şey değil, sadece buna kendimizi açmamız lazım. Sufi Inayat Khan’ın çok sevdiğim bir sözünde dile getirdiği gibi; “Müzik insanı önce kendisiyle, sonra diğer insanlarla, ardından da evrenle bütünleştiren en etkili araç ve en kısa yoldur.”
NOTLAR
Asena Akan Hakkında
İstanbul doğumlu Asena Akan, beş yaşında İstanbul Belediye Konservatuvarında klasik keman ile başladığı müzik eğitimine, İstanbul Devlet Konservatuvarı Opera Bölümünde yarı zamanlı devam ederek 1998 yılında mezun oldu. Aynı zamanda bas gitar çalmakta olan Akan, müzikal yolculuğuna caz vokalliğin yanı sıra, beste çalışmaları ve sahne performansları ile devam etmektedir.
Gün Batımı Konserleri
Konser, İstanbul Kitapçısı Kadıköy İskelesi’nde gün batımında oldu. İstanbul’un İzleri albümümden parçalar seslendirdim. Seyircinin de interaktif katıldığı, çok keyifli bir performanstı. Halka açık bir dinleti olması beni her şeyden çok mutlu etti.
Albümleri:
Söz ve müzikleri kendisine ait Z/Kalan etiketli ‘İstanbul’un İzleri’ (2013); ‘Golden Heart’ (2016); ‘Parçalar’ (EP-2017); ‘Suya Yazdım’ (Tekli-2019) adlı albümleri bulunmaktadır.
Seslendirdikleri Şarkılar:
Kerpiç Kerpiç Üstüne, Yağmur Yağar Taş Üstüne, Gelevera Deresi, Yemen Türküsü
İstanbul’dan
Asena Akan: Vokal & bas
Ayca Daştan: Piyano
Nihal Saruhanlı: Davul & perküsyon
Üzerinde yaşadıkları toprakları anlayabilmek ve dokunabilmek için Anadolu kültürüne ait türküleri kendi diliyle yorumlayan İstanbul’dan üç kadın müzisyenden oluşuyor. Topluluğun beslendiği bir diğer önemli unsur olan doğaçlamalarsa sanatçıların kendi hikâyelerini yaratıyor. Geçmiş, günümüz ve gelecek arası döngüyü aktaran ve her seferinde değişkenlik gösteren doğaçlamalarla şekillenen konser, türküleri sevip bilenlerin yanı sıra ilk kez duyan dinleyiciler için de yeni bir deneyime dönüşüyor.
Caz’ın İlerici Ve Yenilikçi Doğası
Cazın ‘belli bir kültüre ait, sadece belirli kalıplar içerisinde icra edilmesi gereken bir müzik olduğu’ görüşünü benimsemiyorum. Aksine kendi doğasının, var olan kuralları yıkma, yerine yenilerini inşa etme, sonra onları da kırma döngü ve dengesi içinde işlediğini düşünüyorum. Daha genel anlamıyla cazın ilerici ve yenilikçi doğasını, ‘kendini geliştiren insan olmaya’ dair değerlerle bağdaştırıyorum. Bu nedenle bünyesinde pek çok yenilikçi ve değerli müzisyeni, ozanı barındırmış Anadolu topraklarında yeni müziklere kulak verecek, kalplerini açacak dinleyici kitlesi olduğuna eminim.
Yazan: Hatice Çetinlerden & Dilara Gülşah Azaplar
Fotoğraf: Yağızkan Karahan
*Bu yazı Marmara Life 2019 / Kasım-Aralık sayısında yayımlanmıştır.